Türkistanlılığın nazari alt yapısı var mıdır?
Bir medeniyet iddiası şüphesiz fert, aile ve toplum çerçevesinde
tasavvurların söz konusu olmasını gerektirir. Türkistanlılık dediğimiz
medeniyetçi milliyetçi çerçeve için de bu zaviye ve gereklilik söz konusudur.
İşte burada ifadesi gerekir ki Türkistanlıların bu iddiasının zemini ve
temelleri yine Türkistan’dır. Tam burada ahlak, adalet ve siyaset gibi toplum,
devlet ve şehir tabakaları için tasavvurlarımız tarihte var mı idi? Bugün ve
gelecek için hâlâ söz söyler halde midirler yani moda tabirle evrensel bir
nitelikleri var mıdır? sorusu akla geliyor. Hülasa Türk kültürü içinde
şekillenen idrak ve tasavvurların insanlığın ortak idrakine söz söyleme ve
müşterek oluşturma iktidarı var mıdır? Sanırım asıl önenmesi gereken iktidar
kifayet ve liyakat bağlamında bu olsa gerektir. Türkler gelecek adına bunun
bilincine sahip olmadıkça medeniyetçi milliyetçilik mefhumu zeminsiz bir iddia
olarak kalacaktır.
Siyaset ve devlet bir milletin ahlakıdır. Töre ahlaktır, bilgeliktir.
İnanç bilmekle eylemek arasındaki dengeyi bulabildiğimiz yerde bilgeliğin
yolunu açar. Nevzat Kösoğlu “Bütün insanî ve
sosyal değerler imanla kazanılır. Değer bilgisini kişide sindiren, onu, bilgi
olmaktan eylem ilkesi haline yükselten güç, imandır. Ancak inanmış insanın
tutum ve davranışları inandığı ölçülere uygun olur. İnanan insan, bütün
eylemlerini, ilişkilerini ve çevresini, inancının ona kazandırdığı ölçülerle
düzenler”, tespitleri
ile iman-amel dengesinin önemi ve kaynağına işaret etmişti. Müslüman düşünürler
ahlakı kutsanası bir çerçeve olmanın ötesinde ameli felsefe ile düşünülmesi
gereken bir mesele olarak ele aldılar. Filozoflar ahlakı esasen nazari ve ameli
olmak üzere iki ana alanda değerlendirmişlerdir. İbn Sina’da üç erdemin yani iffet, şecaat ve hikmetin ve bunların
çeşitleri ya da bunlardan türemiş uzantıları olan diğer faziletlerin
toplanmasıyla kişi nihai olarak adalet erdemine ulaşır, tespitlerini daha önce
bir yazımızda (İbn Sinacı Karanfil İle Bilgelik Bilincine Doğru) ele almış idik. Buna ilave olarak nazari felsefe
yanında ameli felsefe olarak adlandırılan yahut hikmet olarak kabul edilen
ameli felsefe ana hatları ile üç konu ile ilgilenir: Ahlak, tebdirü’l-menzil ve siyasetü’l-mudûn. Birincisinde ferdin
kemali, ikincisinde ailenin/toplumun kemali ve sonuncusunda ise şehirler ve
ülkelerin adalet ve bilgelik ile idaresi ele alınır. Hülasa, Müslümanlar hayatı
fertten devlete ve dünyaya kadar bütünlük içinde bir takım fenomen
tezahürlerinin ortaklığı içinde anlamışlar, dünya görüşlerini bu çerçevede
oluşturmuşlardı. İffet ve şeccat sahibi olan hikmeti ve bunları kapsayan
şahsiyette adaleti var etmeye muktedir olacaksa kendini, aileyi ve ülkeyi
adalet ile erdem töresince var etmesi, kut’a müstahak olabilmesi söz konusu
olabilecektir. Bugün siyasetin ve iktidarın saplandığı dar mecrayı ve kısır
döngüleri, küreselcilik diye bir çıkar dayatmasını kapımıza getiren çağa karşı
bir bilincimiz ve sözümüz var mı?
İşte
Türklerin İslam olmalarından sonra yetiştirdikleri düşünce aydınlıklarından
olan Farabî (ö. 950) bu konuda; Ahlak,
huy, davranış ve iradî fiillerin gayesinin mutluluk, hakikî mutluluğu
kazandıranın da iyilik ve erdemler olduğunu ortaya koyan ilimdir. Siyaset ise
bu iyilik ve erdemlerin şehirler ve milletler içerisinde gerçekleştirilmesini
sağlayacak yönetimin biçimini ve fiillerini ele alır., tespitleri ile
ferdiyet ve siyaset üzerinden toplum/millet-devlet-şehir çerçevesinde bir
medeniyetin ama odağını ortaya koyar. Türklerin medeniyet iddiası temelinde
bilgelik ve adalet merkezinde iyinin teşekkülünü esas alır. Kutadgu Bilig de bu
çerçeveyi daha da net görmemizi ve moda tabirle evrensel bir iddiayı taşıyan
bir kültürün zihniyetini ortaya koyar: Bütün
iyilikler bilginin faydasıdır; bilgi ile göğe dahi yol bulunur, sözleri
bahsettiğimiz esası görmek bakımından önemlidir. Lakin Farabî’nin bahsettiği
çerçeve sadece bilmek ve nazari bir takım kutsamalar, kutsallar ile mi
sınırlıdır? İşte tam burada devreye onun ameli zaviyesi girer: “Amelî felsefede gaye, sadece bilmekle değil,
hem bilme hem de eyleme ile nefsin yetkinleşmesini sağlamaktır. Dolayısıyla
ilkinde bir inanç, ikincisinde ise eylem doğurmak amaçtır. İlkinde gaye
gerçeklik iken, ikincisinde gaye iyidir (hayr)”, derken Farabî bilmenin
yanın eylemeyi koyar. İman-amel ikilisi nazari felsefe inanç yetkinleşmesi iken
ameli felsefe eylem yetkinliği yani hayatın ve medeniyetin kültür içeriğinin
kuvveden fiile geçmesi durumunu söz konusu kılar. Dolayısıyla Türkistan’da
toplum bu bakış açısıyla oluşurken devlet bu çerçevede kurulur ve şehir-ülkeler
de bu manada bir bütünlük içinde düşünülür. Belli değerlere sahip oluş onları
herkese dayatma ihtirası değil bunların hâsılası olan adalet ve iyiliği moda
tabirle küreselleştirme idraki bizim medeniyetimizdeki ifade ile Türk cihan hâkimiyeti
mefkûresinin özü de budur, bu olmalıdır. Prof. Dr. Osman Turan’da bu isimli
kitabında İslam öncesi ve sonrasını birleştirerek buna işaret etmiş idi. Hülasa
Türkistanlılık değer dayatması değil değersizleşen her şeye dil ve din gibi
özler üzerinden kendi aslını esasını hatırlatarak bir umran var etme dileğidir.
Türkistanlılık
etnik menşeli bir güzelleme olmanın ötesinde bir milletin gelecek ve medeniyet tasavvuru
olarak görülebilir. Bu yaklaşım, görüleceği üzere, kendi nazari ve ameli
içeriğini yine kendi kaynaklarından almaktadır. Bu alt yapılar gelecek merkezli
bir düşünme ve eylem yapısı çerçevesinde, Türklerin insanlığa teklifi olarak
söz konusu edilebilir. Siyasi, ekonomik ve ideolojik düzenler hangi çerçevede
oluşacaksa işte bu zeminde Türklerin ne yapacağına/yapabileceğine ferdi,
aileyi, toplum ve devleti nasıl şekillendirip oluşturacakları da bu manada
önemlidir. Bu filozoflar akademik birer fantezi, ideolojik bir kutsama makamı
ve geçmişin avunulan düşünürleri olmaktan çıkıp hayat düşünürü ve filozofları
haline getirildiklerinde Türkler için müstakbel yeniden umut taşımaya
başlayacaktır. Türkistanlılık ise kutuplaşmış dünyada insanlık için bir umut
olarak tezahür edebilecektir. Zira retorik bir avuntu olmanın ötesinde pratik
değer taşıyan bir köken, süreç ve gaye bilinci taşıyan bu kavram bir medeniyet
iddiasının mütevazi bir tezahürü olarak geleceğe umut ve dua olarak sunulmaya
devam edilmektedir.