Türkistanlılıların Ahlak ve Adalet Dünyasına İbn Sina ile Bakarken
İnsan determinist bir iradenin mahsulü mahkûm bir yaratık mıdır? İradesi ve seçme hakkı olmayan ezeli bir iradenin sürüklenen ve düşmüş bir canlısı olarak hayata mecbur mudur? İnsanın başına gelenler kader denilerek izaha çalışılan bir sürü hal, insanın bir ahlak ve mesuliyet varlığı olduğunu görmezden gelmektir. Zira insan eylemsiz bir cebri düzenin gölgesi değildir. İbn Sina bunu izah ederken fevkalade açık ve seçik tarzda konuyu ortaya koymuştur: “Fakat (her insan) fazilet veya reziletten herhangi birine yönelmeye istidatlı olarak yaratılmıştır. Ve dolayısıyla ikisinden birine ait eylemleri yapması kolayına gelebilir. Böyle bir eylemde bulunması; onun fazilete yahut rezilete istidatlı olduğundan değil, bir eylemi âdet edinip sürekli tekrarlamakla ortaya çıkan bir hal sebebiyledir. Ayniyle bu fazıl yahut rezil eylemler, nefse yerleşip orada kökleşen bu hâl dolayısıyla meydana gelirler. Anılan fiiller işte bu yolla âdet haline gelip, fazilet veya rezilet adını alırlar… Kim tabiatı icabı bütünüyle faziletlere yönelik olup, kendisinde bu itiyat kökleşmişse, bu insan fazilet yönünden en yüksek derecede (faik) olur. İnsanî faziletler tabakasından çıkar, ilâhî olarak adlandırılan, mertebelere erişir. Bunun aksine olarak karakteri gereği tümden reziletlere müteveccih olup, bu hal kendisinde yerleşip alışkanlık olmuşsa, mutlak manada şerir olup, vahşi (sebu‘î) olarak adlandırılır. Birincisi melik olmaya elverişlidir. İkincisi ise bütün şehirlerden çıkarılır.( İbn Sînâ’nın Ahlaka Ait Risalesi-Risale fi’l Birr ve’l-İsm, Çev. Gürbüz Deniz, https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/410408, s.239)” Bir eylemi adet edindiği ve kendi işlediklerinin ondaki sonucudur. Kimse fazilet ve rezilet determinizmiyle yeryüzüne atılmamıştır. Birileri hayırlılar hiyerarşisine varis iken diğerleri reziliyete mahkûmu değildir. İşte yaradılışın bu yönüyle insan okunduğunda; ahlak ve mesuliyet varoluş için anlam kazanır. İbn Sina bu konuda varlıktaki yerimizi tespit ederken değişmenin nasıllığı ve yöntemini de ortaya koyar. Türkistanlılar içinden çıkılmaz görünen ferdi ve toplum hallerine karşı edilgen süreçlere sürüklenmeden yahut başka yerlerde sorumlu aramadan kendi içine ve işine bakmalı değil midir? Böyle gelmiş böyle mi gider?
Yönelmeye
istidatlı olduklarımıza iyilik cihetinde nasıl vasıl olacağız? Şüphesiz eylemde
bulunmamız iradi bir tercih, mesuliyeti söz konusu kılan bir durumu gösterir.
İbn Sina bu yolda ahlakımızı idare cihetinde konuya yaklaşırken: “Ne zaman
kendimizde bir huyun, bir davranışın fazla ve abartılı olduğunu görürsek, onu
eksiltip kısarak tedavi etmeliyiz. Ne zaman da (kendimizi) eksikliğe ve
yetersizliğe eğilimli bulursak, o zaman da ortayı bulmak için, bir denge
oluşana kadar, noksanlaştırma ve ziyadeleştirme cihetine gitmemiz gerekir. s.233”
Burada alışkanlık kontrolü ya da değişimi dediğimiz halin oluşumu için ilk
adımı görüyoruz. Denge haline ulaşmak ahlaki olan için esas mesabesinde
görünmektedir. Noksanlaştırma ya da ziyadeleştirme yöntemi ile kişiliğimizin
bozulan dengesine müdahalemiz elimizdedir. Peki bu nasıl olacak? “Buradaki
yön (yönlendirme); nefsi, kendisinde itiyat olarak gördüğümüz davranışların
zıddı fiillere alıştırmaktır. Yani o nefsin -onda tespit ettiğimiz- itiyadı,
aşırılık ise onu, fillerin zıddı olan fiillere alıştırmakla onarırız. Eğer
kendisinde rastladığımız alışkanlık noksanlık niteliğine meylediyorsa, bu defa
da onda fazlalık ve aşırılık itiyadı (orta hâlliliğini) oluşturmaya çalışırız.s.233”
tespitiyle İbn Sina alışkanlığımızın tersine yol alarak itidale yani orta hale
ulaşmakla istidadımızdaki iyi ahlakiliğe dönüşmek mümkündür. Zıddı fiile
alıştırma yöntemi ikinci aşama olarak nitelendirilebilir. İşte tam burada İbn
Sina’nın adalet kavramı ile karşıladığı ve siyaset ve sosyal hayat nazariyatımızda
sıkça gördüğümüz saadet hali hasıl olur. Adalet kavramını algı ve ideoloji
olmaktan çıkarıp bu zaviyeden bakmak fert, toplum, devlet ve şehir hayatında
yani medeniyet hayatımızda ahlakın ve adaletin gerçek manasının tecellisini söz
konusu kılar: “Bedenle ortaklaşa (müşareke) yaptığı başka fiiller de vardır;
ki o fiiller sebebiyle nefiste, “saadetler” (mutluluklar) meydana gelir.
Nitekim eğer söz konusu fiiller, adalete tam manasıyla yönelmiş tarzda ise, bu,
saadetlere vesile olur. Adaletin manası ise, birbiriyle zıt huylar (ahlâk)
arasında nefsin orta hâlde olmasıdır. Yani, nefsin arzu ettiği ve arzu
etmediği, gazaplandığı ve gazaplanmadığı, istediği ve istemediği hususlar
arasında orta noktayı (dengeyi) yakalamasıdır. s. 234” Bu orta yolun
kullanılması ise “Yine gerekli olan diğer bir husus da, nefse bedenî bir
hey’et ilişmesin diye tedbir almaktır. Bu ise söz konusu kuvveyi itidalli
kullanmakla olur. Yani şehvet kuvvesini, iffet sîreti; gazabı ise şecaat sîreti
doğrultusunda kullanmakla bu ahlâkı (tedbir) gerçekleştirmektir.s.234” şeklinde ortaya konulur. Hülasa
adalet ve ahlakın bir medeniyet kavramı olarak Türkistanlılar için ve tabi
bilcümle insanlık için değer haline dönüşmesi de bu çerçevede düşünülebilir.
İbn
Sina erdemli olan ile nefisine sahip olan arasında bir fark görür ki bizce bu
çok önemli bir sosyal duruşu gösteriyor: “Fazilet ehli (fazıl) ile kendini
tutan (nefsine hâkim olan) arasında fark vardır. Bunlardan birincisi hayrı
isteyerek yapar, ondan haz alır ve yaptığı bu hayır dolayısıyla asla bir
sıkıntı ve pişmanlık yaşamaz. İkincisi ise hayrı istemeye istemeye yapar, ondan
dolayı acı çeker, muzdarip olur, bu eyleminden asla lezzet almaz. İffetli ile
nefsini zapturapt altında tutan da böyledir. s.239” Burada bilgelik ile
ölçülülük diyebileceğimiz hal arasında yahut aktif iyi ile pasif iyilik
denilebilecek duruma dair çok önemli bir insanlık hali söz konusu ediliyor. Burada
Kutadgu Bilig’deki “İyi,
halka faydalı olan ve bundan dolayı ona zevk veren şeydir. İyinin
vasfı faydalı olmaktır. Kendi istifadesini düşünmez, başkasına fayda
temin eder ve buna mukabil, bir karşılık beklemez.” tespitleriyle İbn Sina ile
nazari olanın Kutadgu Bilig ile devlet-millet hayatına pratik sahada taşınması
ve Türkistanlılık olarak adlandırdığımız zaviyede tarih içinde ete kemiğe
bürünmesi olarak da görülebilir. Töre bilgeliği bu sebeple önemlidir ve ahlaki
kurallılıktan da buradan ayrılır.
Kendini bil denilen yer ve şahsiyet
sahibi olma yolunda daha önceki bir yazımızda işaret ettiğimiz üzere İbn Sina kavramlarında “pratik akıl bedeni yönlendirme
konusunda teorik akıldan aldığı değer yargılarına uyarsa yani ona uygun
eylemlerde bulunursa el-ahlâku’l-fâzile denilen güzel bir
ahlak sahibi olur. Buna karşın pratik akıl, teorik akıldan aldığı değer
yargılarına uymayıp nefsin hayvani yetilerine göre hareket ederse el-ahlâku’r-rezile denilen
kötü bir ahlak olur. Bu bakışı Farabî’nin Medinetü’l-Fazıla ve Cahile
şeklindeki ikili kavramlaştırması ile birleştirince Türkistanlılık kavramının
medeniyet anlayışının değer zeminindeki insan, ahlak ve şehir anlayışı daha da
belirginleşmeye başlar.
İbn Haldun insan alışkanlıklarının hasılasıdır, derken boşa
dememiştir. Toplum-devlet-şehir yani medeniyet hayatımızda kurulacak umran
Türkistanlıların ve cümle insanlığın istikbali olacaksa adalet ve ahlak
meselesini doğru kaynaklar ve yerinden anlamak, yaşamak hakikat çerçevesinde
beka mesabesindedir.
Vesselam