Türkler, İslamiyet ve Medeniyet
Türklerin İslam’a girişleri, öncelikle ok-yay medeniyet teorisinde değerlendirdiğimiz olgular yani toplum/millet, devlet ve şehir üzerinden düşünülmelidir. Türklerin İslamiyetle karşılaşması ve bir dini benimsemesi meselesi son derece uzun ve karmaşık bir gelişmeyi anlatır.
Öncelikle Türklerin İslamiyet’i tanıdıkları,
karşılaştıkları, mücadele edip savaştıkları devirlerde Türklerin Göktürk çağı
ve sonrası çalkantılar, bölünmüşlükler içinde olduklarını bilmek gerekir. Böylece
kökene dair bir çerçevede oluşmaya başlar. Bu süreçte Uygurlar doğuda Maniheizm,
batıda Hazarlar Musevilik gibi dinleri yaşarken kitlenin büyük bir kısmı Gök
Tanrı dini denilen inancı yaşamaktaydılar. İslam ile karşılaşma devresi içinde
dikilen Orhun Abidelerindeki inanç yapısına dair kayıtlar da tamamen bu görüşü
destekler niteliktedir.
Bunun ötesinde bu siyasi dağınıklık, yer sıkıntısı, kuraklık
vs gibi siyasi, sosyal, ekonomik etkenler bir göç olgusuna yol açar ki köken
atamız Oğuzlar ve başka Türk topluluklar batıya Hazar, Harezm, Maveraünnehir
bölgesine doğru hareketlenir. Göç olgusu İslamlaşma ile birlikte düşünülmesi
gereken diğer bir olgudur. Türklerin bu manada Müslüman bir topluma dönüşmesi
642 sonrası iki üç asır devam edecek bir tedrici dönüşümü ve süreci temsil
edecektir. Bu akışta Müslüman Türk kavramı yahut Türkmen olgusu merkezinde
oluşan bir kimlik teşekkül eder. Böylece bir medeniyet zemini olacak insan
unsuru zuhur eder.
Özellikle 10. ve 11. Asırlardan bu toplum yapısı kendi
siyasi teşekküllerine kavuşarak Karahanlılar ve Gazneliler gibi devletler
yanında Karadeniz’in kuzeyinde İdil Bulgarları ve Mısır’da daha öncelerinde
Tolunoğulları ve İhşidiler gibi daha ziyade yöneticileri Türk olan devletler
ortaya çıkar. Böylece Müslüman Türkler nizam içerisinde devlet kurarak
medeniyetin diğer bir ayağını da gerçekleştirmiş olmaktadırlar. Selçukluların
ortaya çıkıp kurulması ise İslam dünyasında Türk kavramının bir cihan devleti
düzeyinde temsili ötesinde Türkün töresi İslam gayreti ile birleşerek İslam (Emevi,
Abbasi Selçuklu, Osmanlı) ve Türk
tarihinin (Hun, Göktürk, Selçuklu, Osmanlı) üçüncü büyük cihan devleti kurulmuş
olacaktır.
Böylece medeniyet iki temel ayağına kavuşurken bunlara ilave
olarak var olan şehirlerde ortaya çıkan Türk idaresi ve yeni kurulan şehirler
üzerinden medeniyet yapısı tamamlanarak teşekkül edecektir. İşte bir Türk-İslam
medeniyeti söz konusu ise bu yapılar üzerinden Türklerin kültürleri üzerinde
var ettikleri medeniyetin incelenmesiyle anlaşılabilecektir. Tarihimiz
medeniyet açısını kaybettiği her noktada fetrete düşmektedir.
Aklıselim, kalbi selim ve zevki selim ile kendi iç örgüsünü
kuran bir anlayış ilim, sanat, eğitim gibi alanlarda İslam tarihi ve insanlık
seviyesinde klasikler var ederek varlığını tarihe mal etmiştir. Dinin değerleri
kültürün içinde terkibini bularak bahsedilen medeniyetin muhtevasını
yoğuracaktır. Bu bakımdan Türklerin İslam’a girişini kılıç zorunda aramak
beyhudeliği yerine makul bir medeniyet oluşumu çerçevesinde anlamaya ve
açıklamaya çalışmak gerekmektedir. Zira Türkler Emevilerin, Ömer b. Abdulaziz
gibi istisnalar hariç, kılıç zoruna karşı çıkarak mücadele etmiştir. Göktürk
bakiyesi tüm unsurlar Talas savaşına kadar inişli çıkışlı bir mücadele ile
karşı durmuşlardır.
Abbasiler ve sonrası devir ise İslamlaşmayı canlandırmış ve
Türkler kabul ettikleri din içerisinde medeniyet tesis ederek Osmanlılara kadar
varacak süreçte var olmuşlardır. Bu süreçte nizam âleme düzen vermek olan
gayeleri ile Türkler Kutadgu Bilig’de gördüğümüz kavram dünyası ile kendi düzen
mantıklarını ortaya koyarlar. Farabi’de gördüğümüz erdemli şehir mantığı işte
adeta bu tarihi gaye sebebi gibidir. Böylece biz Türklerin İslamlaşmasının
tarih metafiziğini de genel hatlarıyla ortaya koymuş oluyoruz. Kökenleri,
süreci ve gayesi ile bir gelişmeyi ve değişmeyi takip etmek bu suretle mümkün
olmaktadır.
Türklerin İslamiyet’e girişi meselesini anlamak için coğrafi
olarak bakılması icap eden yer şüphesiz Maveraünnehir ve Horasan’dır.
Ceyhun/Amuderya’nın Göktürk çağında İran Turan sınırı olduğunu hatırlarsak İran
fethi ile Sasanileri yıkan İslam orduları Göktürk çağı ve sonrası bir devrede
Maveraünnehir ve ötesinde Türklerle karşılamışlardır. Bu bakımdan İslamlaşma
coğrafyası olarak bu çerçeveyi de göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Zira
medeniyet teorimizde kirişin temsil ettiği coğrafya/mekân bir tarihi sürecin
esas unsurlarındandır.
Son olarak Türklerin İslamlaşma sürecini bazı devrelere
ayırarak daha anlaşılır kılabiliriz. Bunlar Müslüman Arap fatihlerin
Maveraünnehir sınırlarına dayanmasından Talas savaşına kadar süren mücadele
devresidir. Bundan sonra ise Abbasilerle birlikte ilişkilerin gelişip Türklerin
devlet içerisinde askeriye merkezli gelişip farklı alanlara genişleyen
varlıkları ile ortaya çıkan hizmet devresi olarak adlandırılan dönem başlar.
İşte Tolunoğulları ve İhşidiler bu devrede Mısır-Suriye’de kurulan Türk devletleri
olacaktır. Bu devre sonrasında ise Selçukluların kurulmasında sonra başlayan ve
Osmanlılarla devam ettiği görülen hâkimiyet devri başlar ki Yavuz Sultan Selim
aklı ile bakarsa bu bir hâdimiyet devresidir.
Türkler bu yolla milli kimlikleri içine aldıkları İslamiyet’in
sadece mensubu olmakla kalmamış bu din çerçevesinde teşekkül eden havzaların
pek çoğunun gelişip korunmasında doğrudan yer almışlardır. Selçuklu devri
nizamı ve sonrası gelişmeleri olmasa mesela Haçlılara karşı böyle durmak zor
olurdu. Türkler milli vasıfları olarak ötekiyle kurdukları organik ilişki
sayesinde İslam öncesinde olduğu gibi sonrasında da büyük cihan devletleri
kurarak pek çok kavim, kültü ve dini adalet dairesi çerçevesinde yaşatma
kültürünün en şerefli temsilcileri de oldular.
Türklerin İslamlaşma süreci, görüleceği üzere, medeniyet, tarih
metafiziği, coğrafya ve tarihi süreçler üzerinden ele alınarak ve bunun
serencamındaki siyasi, sosyal, kültürel, ekonomi ve sanata dair tezahürler
bütünü içinde düşünüldüğünde anlaşılmaya başlayacaktır. Böylece Türklerin
Müslüman olmasının tarih metafiziği de köken, süreç ve gaye bağlamında tespit
edilebilmektedir. Bu kolay bir iş değildir.
Lakin inanç gibi bir büyük varlığımızı anlamak ve milli
hayatımıza girip gelişmesini düşünmek şüphesiz hayat kaidemiz açısından beka
düzeyindedir. Hz. Muhammed’in mukaddes çerağından can ocağını yakıp aşk ile âleme
yayılan Horasan erenleri Ahmet Yesevi gibi ata babalar üzerinde âlemde hoş sada
bırakmışlardır ve günümüzde de aynı mesuliyet mensuplarının durumu müdrik
olmasını beklemeye devam etmektedir. Medeniyetçi milliyetçilik olarak
Türkistanlılık kavramı içerisinde ifade edilen bakış açısı da tam bunun yolunda
bir mefkûreci fikir halidir. Halimizden anlayan haldaş olana selam olsun…
Vesselam.