Türklerin Okuma Sosyolojisi
İnsanın sosyal davranışlarını inceleyen bilim dalı olan sosyoloji ile bireysel bir beceri olarak başlayan ancak kültürel bir faaliyete dönüşen okuma arasında yakın bir ilişkiden söz edilebilir. Köksal Alver, okuma sosyolojisini, okuma eylemine toplumun bakışı ve biçtiği değer, okuyan bireyin toplum karşısında takındığı tutum, okuma eylemiyle toplumsal değişim arasındaki bağlantıdan müteşekkil bir kavram olarak tanımlar. Buna göre okuma sosyolojisi açısından okunan metin, toplumun bir diğer ferdi tarafından kaleme alınan ve içinde bulunulan tarihî-coğrafi-ekonomik yapıdan beslenen bir kurgudur.
Goethe’nin “İnsan kendini yalnızca insanda tanır.”
ifadesinde olduğu gibi okuma yoluyla başkalarının duygu ve düşüncelerini bilme,
tanıma, anlama imkânı buluruz. Bu yolla hem kendimize dönme/çeki düzen verme
fırsatına kavuşur hem de sosyalleşme imkânı yakalarız. Ayrıca okumanın önemli görüldüğü
ve takdir edildiği bir sosyal çevre; kişinin okumaya ilgi duymasını, olumlu
tutum geliştirmesini ve benimsemesini sağlayabilir.
Türk milletinin sosyo-kültürel olarak okuma ve yazmadan
ziyade dinleme ve konuşmaya yatkın olduğuna dair araştırmalar mevcuttur. Ancak
son dönemde yapılan çalışmalarda ortaya
çıkan bilgilere göre başta Osmanlı toplumu olmak üzere Türk tarihinde dönemin
ihtiyacına göre medrese ve kütüphanelere; diğer bir deyişle okuma ve yazmaya
gerekli değerin verildiği görülür.
Talîkîzâde Mehmet (ö. 1606)
Şehnâme-i Hümâyûn adlı eserinde Osmanlıların önemli özelliklerini sıralarken
bunlardan birinin de “şiir yazma gücü” olduğunu belirtir. Hilmi Ziya Ülken ise
Osmanlı toplumunun 13.-19. yüzyıllar arasında şiir ve mimari başta olmak üzere
birçok alanda gelişme gösterdiğinden bahseder.
İsmail Erünsal, Osmanlı medrese
talebelerinin 17. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar görülebilen 64 tereke kaydını
incelemiş ve bu incelemeye göre 126 farklı kitap tespit etmiştir. Bu kitaplar
içinde en sık kullanılanları fıkıh, gramer, belagat ve lügat kitapları olduğu
bilgisi verilmiştir.
Ekrem Sakar ise Osmanlı’da en
çok Tenbîhü’l-Gâfilîn, Mevlid, Müzekki’n-Nüfûs, Muhammediyye,
Envârü’l-Âşıkîn, Kara Dâvûd, Tarîkatü’l-Muhammediyye, Mızraklı İlmihal,
Ahmediyye ve Marifetnâme kitaplarının
okunduğunu belirtir. Sayılan bu eserlerin dışında Siyer-i Nebi, Garibnâme,
Vikâye Tercümesi, Muhtasar Tercümesi
vs. daha birçok kitap zikredilebilir. İlâveten menâkıbnâme türünde ve Hz.
Ali’nin cenklerini anlatan birçok eser de halkın talep ettiği türden kitaplardan
olmuştur. Mehmet Kaplan ise Osmanlı’da aydın tabakasının mesnevi türündeki
eserleri, halk tabakasının ise Saltuknâme, Seyyid Battal Gazi veya Hamzanâme’yi
okuduğunu belirtir.
Okuma ve yazmayla ilişkili olarak Türklerin tarih
sahnesine çıktıkları andan itibaren kendi çağlarındaki medeniyetlere başta
medrese, kütüphane ve yazma eserler olmak üzere bilim, sanat ve kültür
bakımından farklı düzeylerde önemli katkılar sağladıkları görülür. Özellikle MS
X. yüzyıldan sonra ise ya yüksek düzeyli medeniyetleri bizzat kurmuşlar ya da
bilim, kültür ve medeniyete kuvvetli şekilde destek vermişlerdir.
Antik medeniyetlerden sonra dünya yazılı kültürünün ilk
örneklerini Göktürkler, sonra Uygurlar vermiştir. Göktürklerin kültür ve
medeniyet açısından en önemli özelliği bugüne ulaşan Göktürk Yazıtları’nı
yazmış olmalarıdır. Bu metinler yazı ve kitabın en eski malzemelerinden biri
olan taşa işlenmiştir. Dünya tarihinin de önemli mirası olan bu metinlerde
devlet yönetimi, toplum, kültür, askerlik, ahlak ve eğitim gibi konularda
bilgiler yer alır.
Uygur Devleti, Türk tarihinde olduğu kadar dünya
medeniyet tarihinde de önemli bir yere sahiptir. Her ne kadar baskı teknolojisi
Çinliler tarafından bulunmuşsa da kitap basma tekniğiyle kâğıt ve yazı
malzemelerini onlar geliştirmiştir. Uygurlardan Abbasilere geçen bu önemli
icadı daha sonra Avrupalılar, Endülüs Emevilerinden öğrenerek suyla çalışan
kâğıt fabrikaları yapmışlardır.
MS 750’den sonra Türkler tarafından Maveraünnehir (Bugün
Özbekistan, Buhara, Semerkant, Taşkent, Herat, Hive, Aral Gölü civarı)
bölgesinde “kayıp aydınlanma” olarak bilinen yüksek bir kültür ve medeniyet ortaya
konmuştur. Mezkûr bölgede çok sayıda bilim adamı yetiştirilmiş ve bir
aydınlanma çağı yaşanmıştır. Burada Türk devletleri, çok sayıda âlim ve
sanatkârı himaye etmiş veya desteklemiştir.
Mustafa Gündüz, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde
medreselerin mimarisi, ilmî verimliliği, mali ve idari yapısının çağının
üniversite ve diğer okullarının ilerisinde olduğunu ifade ederek genelde bütün
medreselerin bitişiğinde veya içerisinde faaliyet gösteren kütüphanelerin ait
olduğu dönemin en zengin içeriğine sahip olduğunu belirtir.
Özetle Türklerin dil, edebiyat, gramer ve mantık gibi
ilim alanlarında pek çok özgün eser vücuda getirdikleri görülür. Özellikle şiir
ve sözlü kültür eserlerinin icrasında maharet gösteren bu necip millet
tarafından hüsn-ü hat konusunda önemli eserler ortaya konulmuş ve bu sayede çok
sayıda kitap üretilmiştir. Nitekim Turgut Cansever, 17. yüzyılda İstanbul’da
üretilen kitap sayısının bütün Avrupa’dan daha çok olduğunu belirtir. Yine
kaynaklara göre bir sonraki yüzyılda sadece İstanbul’da 90 bin civarında
müstensih ve hattat vardır.
Son tahlilde Türk milletinin yeterince okuyup yazmadığı
hatta sosyokültürel geçmişimizin de bunda payının olduğu iddiaları
dillendirilerek okumayan bir toplum olduğumuz tezi benimsetilmek istenmiştir.
Oysa yukarıda -çok kısa özetle- belirtilen kültür ve medeniyete katkılarıyla
Türklerin ilgili konularda çağdaşlarından hiç de geri olmadığı söylenebilir.