15 Haziran 2016

Umranı makul kılmak

Nurettin Topçu, ilmin metodları ve ortaya koyduğu ilim zihniyeti her yerde başkadır. İlim, âlimin yaptığı araştırmanın neticesinden ibaret değildir; hakikatin araştırılması, bu araştırmanın yollarıdır. Varılan neticeler aynı olsa bile, ulaştıran yollar başkadır. Bu yola ilim zihniyeti denir. İlim zihniyetindeki başkalık, milletlerin ilim dehasındaki hususiyetleri yaratmıştır. (Kültür Medeniyet/16) der. İlim hakikate uzanan ellerimiz ve onu merak ile yakalama aşkımızdır. Bu bakımdan müstakil bir ilim zihniyeti ve bunu derinleştirecek felsefi yaklaşım üretememiş bir toplumun âlemde sesi duyulmaz, görül(n)mez olur. Mevcutlar bizim varoluşumuzun kavramsal çerçevesi ise bunu malum ve makul kılmak ilmin ve felsefenin üstüne düşen görev olacaktır. Bu yolda sanat ve din de kendi üstüne düşen vazifeyi şekil ve muhteva yönünden deruhte edecektir.

 

Bu yolda medeniyetimize ilm-i umranı bir yorumla sosyal bilim muhteva ve yöntemi sunan İbn Haldun, bu ilim ile âlemin umranından ibaret olan insan toplumunu ve ona tabiatı gereği arız olan halleri, bu hallerin zorunlu sonuçlarından ibaret olan tarihi ve tarihin hakikatini mevzubahis eder. “Umran ihtiyaçların giderilmesi ve ünsiyet edilmesi maksadıyla şehirlere ya da köylere inmek ve yerleşmekten ibarettir. Zira geçinmek için yardımlaşmak insanların tabiatlarında mevcuttur” Aynı şekilde, “İnsanların toplum halinde yaşamaları zorunludur. Filozoflar bu hususu, “ İnsan tabiatı gereği medenidir” sözüyle dile getirirler. Bu söz, insan için toplum hayatı kaçınılmazdır anlamına gelir ki, onların dilinde bu şehirdir. Umranın anlamı da, işte budur.” (S. Uludağ, Mukaddime/53) Tecemmu, temekkün ve tesanüd medeni insan varlığının umranına verdiği ad olan şehrin ve oradaki hayatın bilimidir. İşte insanın hakikatine İslam Medeniyetinden bir nazar. İnsanlar birlikte yaşar ve dayanışma içinde olurlar.

İbn Haldun, insanın hayatını idame ettiği coğrafi ve iklim şartlarından müteessir oluşuna dikkat çeker. İbn Haldun'a göre umranın gerçekleşmesinin en önemli şartı uygun doğal bir çevrenin olmasıdır. Çevrenin durumu umranın ortaya çıkacağı zemini belirleyicidir. Dünyanın verili şekli ve çevresi umranımızın tabiatına dıştan tesir eder. İbn Haldun'da insan içtimai yaşayan bir varlıktır. Bu varlığını belirli bir organik şekilde sürdürür, şekillendirir ve bu süreçte belirli ihtisaslar söz konusu olur. Onun dış ve iç alanlar belirlemesinde coğrafya ve iklim dıştan, bedavet ve hadaret ise içten tesirlidir. Asabiye ise her şeyi başlatan temel unsurdur.

Asabiyet, tarihsel çevrimler, din, kimlik, hegemonik çevrimler ve medeniyet ilişkileri ile yerel ve genel çaptaki konular onun kavram dünyasında anlamlı karşılıklar bulurlar. Asabiyet kavramına bakarken İbn Haldun, milletler, ekalliyetler, devletlerin egemenlik mücadeleleri ile süre giden uluslararası ilişkiler, ulusal moral, karakter ve kimlik algısını göz önünde bulundurarak konuyu değerlendirmiştir. Bu noktada egemenlik ilişkilerinde dengeler dile getirilirken mülk-i hakiki ve mülk-i nakıs yaklaşımları ile egemenliğin tamamiyeti veya eksikliği noktasında yaklaşır. Onun asabiyet algısında kendi asabiyesini diğer asabiyeler üstünde cari kılmak bir devletin önemli bir özelliğidir. Devletlerin bağımlı, yarı bağımsız ve tam bağımsız olmaları noktasında bu durumun önemi aşikârdır. Devletlerin bu durumunu belirleyen en önemli unsurun ekonomi ve siyasi gelişmişlik düzeyleri olduğu aşikârdır. Bu nokta bizi İbn Haldun'un hadari-bedevi ayrımındaki sosyo-ekonomik bölünüme getirir. Toplumlar bu manadaki gelişmişlik düzeylerinin uluslararası ilişkilerdeki rollerine doğrudan yansıdığı malumdur. Geri kalmış, gelişmekte olan ve gelişen toplumların uluslararası ilişkiler sahasındaki durum ve rollerinin tedricen ve vaziyete göre belirleneceği açıktır. Bu iç siyasi, sosyal ve ekonomik parametrelerin bağlı olduğu en önemli hususlardan birinin coğrafi konum, iklim ve doğal kaynaklar olduğu açıktır. Maddi ve manevi tüm öğeler bir devletin milletlerarası konumunun şekillenmesindeki yeri ve hayatiyeti günümüz kadar dün de önemliydi. Ulusal güç ve yapıyı kuran bu unsurlar bir devletin uluslararası dinamizmini ifadede dikkat çekicidir. İbn Haldun bu unsurları belirli bir zaman çerçevesinde dinamik görür ve anlamlı bir süreç içinde inceler. Devletleri tek tip bir teori içinde değil kendi şartları ve dinamikleri ile ele alır. Bu manada devlet dört temel dinamikle şekillenir ve uluslararası camiada yer alır. Siyasi asabiyesini yerleştirip çevresine kabul ettirmek, vergi toplayan ve ekonomik bir gücü temsil ediyor olmak, sınırlarını koruyacak bir ordusu olması ve nihayet elçi göndererek diplomatik ilişkiler kurması bu temel unsurlar olarak görülür. 

 

Devletin uluslararası politikasını ise dört temel etken belirler: Bedavet-hadaret ve şehir hayatının belirlediği toplum yapıları ve bundaki değişimlerin oluşturduğu iç yapı unsurları. Ulusal morali ve çevresel ilişkilerin doğasını gösteren asabiyet kavramı. Bunun nesep ve sebep asabiyesindeki temsilleri siyasi/dikey ve uluslararası/yatay düzeyde olur. Buna bağlı oluşan mülk ile ifade bulan siyasi rejim ve bunun iç siyaseti ve dış politikayı belirleyen yapısı. Bunu umran kavramının belirlediği ekonomik, kültürel unsurların etkisi izler. Bir toplum kendi iç dinamikleri ile kurduğu siyasi yapısı içinde şekillendirdiği siyasi, ekonomik ve kültürel yapı ile uluslararası arenada kendisini ortaya koyar. Son tahlilde asabiye bir ırkın değil bir toplumun hareket tarzını etkileyen müessir olarak anlaşıldığında doğru analiz kaynağı olabilir.

 

Bu çerçeveyi daha makul kılan tarihi tecrübe Selçuklu ve Osmanlılara aittir. Toprak ve dinin zamanın ruhunu çizdiği bir devrede Oğuz/Türkmen göçebelerinin kan asabiyesi ile başlayan süreç onların cesaret ve iyiliğe yatkınlık gibi özellikleri ile birleşerek gaza ve ıkta gibi anlayış ve kurumları oluşturarak merkezileşmiş bir devlet ve şehirleşmiş bir toplum yapısını kurmayı başarmıştır. Coğrafya ve din gibi harici müessirler, Oğuz göçerlerinin dünyasından/asabiyesinden devletler ve umranlar çıkarmış; medeniyetimiz gördüğü en yüksek tecrübelerden birisini yaşamıştır. Asabiyenin gayesi ve müessiri olduğu mülk ve hadaret zuhura gelmiştir. Kaynaklarımız da bu genel tespite ampirik verileri ile şahitlik ederek, tümel mebdelerin maksatlarını makul bir şekilde ortaya koymaktadırlar. Olaya Annalesci vs. gözle bakanlar bir de asabiye teorisinden baksalar pek çok şeyi anlayıp açıklamaya başlayabileceklerdir belki de. Bu sürece dair tecrübenin ilm-i umran ile okunması yöntem ve yaklaşım bakımından pek çok gelişmenin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır ki bu başka bir yazının mevzusu olacaktır.

Makul kılamadığımız sürece medeniyetimizim tüm mirası bir spekülasyon olmaktan öte geçemeyecektir. Umran görmek için ilim zihniyeti ve felsefi bir zemin inşası zaruridir. İbn Haldun bize bu manada bir sosyal bilim teorisi sunar. Her teori gibi bu da itibaridir. Kendisi her kapıyı açan bir maymuncuk değildir, belirli şartların arka planını ortaya koyan bir yaklaşımın sahibidir. Bu hem bir muhteva hem de yöntemdir. Anlayan gözlere çok söz söyler vesselam.