28 Ağustos 2020

Umut

-Ruzname; Kelime Günlüğü'nden-

Bir varız, bir yokuz.

Kimi bizimle serinliyor, kimi bizden saklanıyor.

Çoğu kere ısıtan oluyoruz, bazen üşüten.

Ama esişler sürüyor.

Hem savuranız biz, hem savrulan.

İnsan bir rüzgâr.*

 

Bağrı yanık toprakların tam ortasında olmanın bahtıyla bağlıdır bu memleketin başı. Ne kervanlar gönlünü serinletmeye geldi; kimileri başka yerlere göçtü, kimileri kalmayı seçti, kimileri döndü sılasına.

“Tebdil-i mekân” terkibini dilimize dolayan da, ondaki hayrı gören de umut kervanlarının bitmeyen azminden pay çıkarmamış mıdır zaten? Ki o terkibi hayr eyleyen, savaşın boğucu kasvetinden kopup gelenlerin Anadolu'da bulduğu sıla ferahlığı değil miydi? Yoksa bunca kervan, bin yıldır dirayetinden mesken kuran bu “memleket” terkibine nasıl sığabilirdi?

Haber sayfalarında kederle dolanıp dururken imdadıma yetişmişti Meryem'in Atları.

Sosyal medya dünyadaki her hadiseyi avazı çıktığı kadar bağırarak duyurduğundan beri, görmeden ölebilseydim dedirtecek öyle çok acının anlatısı ve görüntüleriyle yüzleştik ki. Asıl can yakıcı olan, bu acıların varlığı da değil. Hayatın patırtılı gümbürtülü şamataların ortasındaki aciz duruşları …

Gülenlerle ağlayanların gözyaşlarının birbirine karıştığı bir cinnet vesikası gibi her gün burnumuzun dibinde bitiyor internet âleminin ibretlik gösterileri. Baksanız olmuyor, bakmasanız olmuyor.

En çok da hayatı mahvolan çocuklar boğazımızı düğümlüyor bu cinnet zamanlarında. İsyanı bastırmanın güçlüğü en çok onların ölüm taşıyan yüzleriyle karşılaşınca baş gösteriyor.

Ama Meryem'in hikâyesi başka…

Kendine atlardan bir ülke kuran, henüz on dördündeki “cesur ve delikanlı” Meryem'in hikâyesi başka…

Gürbüz Azak'ın kaleminden dökülen Meryem'in Atları romanı, Rus askerinin aman dinlemez süngüsünden kaçıp Çeçenistan'ı, Dağıstan'ı, Kafkaslar'ı geçip “Osman Eli”ne varmaya davranmış, Kazan şehrinden kopan bir avuç köylünün, göçüşünü anlatıyor. O göçüşte ne acılı “ufalanmalar” oluyorsa da, gam tadı neşeden az, neşe tadı gamdan az değil sayfalar boyunca. Zaten hayat böyle bir şey, keskin dönemeçler oldukça sürebilen bir şey. Bugünün şamatalarının içine sızamayacağı, bir hayrının dokunamayacağı bir şey.

Çalıştığı gazeteye çıkıp gelen bir hanımefendinin satırlar hâlinde elinde tuttuğu hayat hikâyesini yıllarca muhayyilesinde taşıyan usta sanatçı Gürbüz Azak, bir seramik ustasının toprağa şekil verişi gibi işlemiş hikâyeyi. O birkaç satır yetmiş ona.

Karakterlerin hiçbirini, savaşın acımasızlığından doğan türlü acılarla burun buruna getirmeden, dünyasını törpülemeden bırakmıyor. Bütün gülüşleri, feryatlar dağıtıyor.

Öz öz olmuş cümlelerini, azar azar, kısa kısa kullanıyor Gürbüz Azak. Her birinde bir hayat gizli sanki. Her söz, yüksek bir yamaçtan aşağıya kopup gelen çığ gibi üstümüze geliyor. Sarsılıyoruz. Gök gürültüleri duyuluyor, şimşekler çakıyor sık sık. Savaşın, ihanetin, zulmün yıktığı diyarlar, insanlar, velhasıl dünyalardır onun konuşturduğu. Dağ taş Omara/Ömer Ağa'nın dilinden sökün ediyor yankısını. Onsuz olmuyor. “Allah biz bilan; Allah bizimledir” demeden adım atamıyor kervan uzaktaki umuduna.

Hâlâ attığını düşündüğünüz birçok kalp tutuyor içinde. Bugün ekranlardan seyrettiğimiz dünyaya sığdıramayacağımız efsanevi bir öykü. Fakat inanıyoruz gerçek olduğuna. Çünkü yaşanmış bir hayatın izlerinden çoğalıyor.

Gürbüz Azak, dönemin Türk lehçelerinden damıttığı yalın ve akıcı dille buluşturuyor bizi Meryem'in Atları'nda. Okuyucuya da anlaşılmazlığın, yabancılığın izini taşımadan, bu “bencil” zamanlara inat yayılan bol kucaklayışlı cümlelerin tadını çıkarmak kalıyor.

Ve kelimeler sık sık toplaşıp Meryem'in “amucası” Omara'nın bilge sesini çınlatıyorlar:

Aç ile tok arası kaç dilim sahi? Su ile abdest arası kaç şükür, özlemek ve ulaşmak arası kaç hasret ha?.. Çiçek ile saksı arası kaç bahar, dost ile düşman arası kaç acaba, deli ile akıllı arası kaç tahammül, kuş ile sapan arası kaç ötüş Omara?

De hadi… Gerçek ile dünya arası kaç para, zaman ile saat arası kaç cihan, gençlik ile yaşlılık arası kaç nefes, sabah ile akşam arası kaç yorgunluk, çocuk ile şeker arası kaç gülüş, ağız ile tat arası kaç sıhhat? Ve, şimdi ile kabir arası kaç ömür?

Etrafımızı saran ve hiç susmayan ağıtlarda birçok hikâye var, bildiğimiz bilmediğimiz. Meryem'in Atları bilmediğimiz ve artık yabancısı kaldığımız hikâyelerden biri. Belki de en çok, anasız babasız kalmış ama ölme cesaretini yitirmemiş bir kız olan Meryem için okumak lazım. O destanı yaşatacak bir dünya kalmasa da geriye, Meryemlerden birinin nasıl hayata tutunduğunun hayalini kurabilmek için…

Tebdil-i mekân, gelene hayr olsun, çocuklara sıla olsun niyazıyla…

Omara'nın dilinden dersek: “Aahh dünya! Biraz öte git, (savaş çocuklarına da) yer kalsın.”

***

* Gürbüz Azak, Meryem'in Atları, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 2012.

***

Künye: Umut; ummaktan doğan duygu, ümit; bu duyguyu veren kimse veya şey; olması beklenilen veya olacağı düşünülen şey anlamlarına gelir. (TDK Türkçe Sözlük)