Uzlet

-Ruzname; Kelime Günlüğü'nden-

 

Yalnızca kendimiz varken, neyiz ki âleme dolduran ayak izleri üzerinde yürürken.

Üst üste birikip derinleşmiş çukurlarda ayaklarımızın şekli kayboluyor, öncekinin içine gömülüp duruyor. Dişimize göre seçtiğimiz bir gönül düşüyle oyalanıp kıyameti bekliyoruz.

Bekleyiş, fırtınadan uzakta sakin iklimlerin gölgesinde barınamıyor her zaman. Mevsim üşüyünce kabaran, kurakta çekilen sular gibi bazen sancılı, bazen suskun, bazense huzursuz oluyoruz.

Kaderimiz de zaman zaman suskunlaşıyor ve kurağa çekiliyor. Sesi yükselmeye başlayınca da kendimizden başkasını görmüyor gözümüz. Çünkü kader bir defa haykırdı mı, fırtına kopar, geminizin su üzerinde kalması zorlaşır. Alabora olma tehlikesiyle yüzleşince kaderi hiçe saymak, takdir edilmiş olana teslimiyet hissini kalbimizden uzaklaştırmak sık karşılaşılan bir gaflet.  

Hayat, gönül düşlerimizin bazen doldurduğu bazense bomboş bıraktığı sayfalarla dolu. Kader bir kere konuştu mu, gönlün tek derdi giyindiği beden oluveriyor, muhasebe defterini bomboş bırakmak pahasına kendine kaçıyor.  

Kısacık anlarda değişiyor ruhumuzla mesafemiz ve istesek de engel olamadığımız bir kendine düşkünlük anına teslim oluyoruz. Ve bu hâller devam edince duyarsızlaşıyoruz.

İşte o zaman upuzun öykünün kısa kelimesi oluyor, birimiz için diğerimizin hayat hikâyesi... Birimiz kendini anlatır dururken, diğerimiz “o dediğin benim aslında, o benim hayatım” deyip duruyor. 

Bu kadar mı çok benziyoruz birbirimize; ondan mı başkalarının hayatını sanki ezbere bilir gibi sözlerini kesiyoruz, ben bu filmi önceden görmüştüm ukalalığı takınıyoruz? Oysa hikâyelerimiz de yüzlerimiz kadar ayrı birbirinden.

Yoksa tahammül tanımaz anlayışsızlığımız mı kendini iki satır anlatmaya çalışan sesleri susturup araya kendini sıkıştırmamız?

Demli kelimelerin avuçla saçıldığı upuzun metinler, hani şu meşhur destanlar, efsaneler, kıssalar aslında hep kendimiz için yazılmış da satır aralarına sıkışmış başkaları. Kederin en görkemlisi, derdin en kıdemlisi yine bizde. En içten, coşkulu ve övücü hitaplar hep kendimize has iken diğerleri sönük seslerle hapsolmuş sanki.  

Diğerleri?.. Şunun şurası üç günlük dünya yolculuğunda arkadaşlık edenler, sır saklayanlar, yorulduğumuzda yükümüzü taşıyanlar, derdimizi dinleyenler, sevdiklerimiz ve bizi sevenler... Yani hiç de az bir şey olmayanlar.

Demek ki birimizin diğerimize göre hayatı, satır arası olamayacak kadar önemli.  

Yine de vazgeçmiyoruz benlik sevdasından, hayatlarımızın en şöhretli parçası yine ve her defasında kendimiz oluyoruz! 

Yazgımız dertleri susturup kendini unutturduğu zaman ancak etrafımızdakiler, diğer yolcular, yürüdüğümüz yolda izlerini tanıdıklarımız, aklımıza ve önemsenecek hâle geliyor. O zaman daha iyisini hak ettiğimizi keşfediyoruz. Rahat batıyor besbelli.

Belki bu yüzden birbirimizin küçük de olsa bir parçasını tanıdık.

Belki dertlerimiz depreştikçe o parçalarla içimizde birden çok defa karşılaştığımızı hatırladık.

Belki bu yüzden birbirimizi kolay kolay şaşırtamıyoruz artık; yapamıyoruz.  

Belki bizi yeniden başladığımız noktaya, kalbin benlik kaygısına düşmemiş saf hâline döndürecek olan, küçük anlara sığabilen şaşkınlıklardır.  

Bunca tanıdık gelen hâller, sonuna varamayan çaresiz arayışlara sonra da vazgeçişlere sürüklüyor her birimizi. Bu da gafil oluşumuzu ayan eden hâllerimizden işte...   

Benzerlikler, elbet birbirimizi anlamada yol gösterici. Ama bir unutulan var ki; benzemek, aynı olmak değil. 

Bizi şaşırtan her şey, anlatıcının giriş cümlelerinden sonra geliyor. Ama dinlemeye sabrımız yok. Onun yerine kendi yazgımızın tınısıyla kendi türkümüzü söyleyip duruyoruz. Bu yüzden teknoloji destekli iletişim bizi değil, şikâyetlerimizi birbirine yaklaştırdı. Şikâyet beyanlarının temelinde ise iyi bir dinleyici arayışı vardı.

Hepimiz konuşmak isterken dinleyenimiz olmayacağı aklımıza gelmiyor. Susunca da yeni dünya âdetlerine ters düşme, eski kafalılık yüzünden ezilme korkumuz artıyor.

Kabımızı kendi sesimizin lüzumsuzları ile doldurmamak için kalabalık bir dünyada yaşıyoruz. Kendimize yetebilseydik ne konuşabileceğimiz bir ağza ne de başka sesleri duyacak kulağa ihtiyacımız olmazdı.

Kendi kendimize yetebilseydik, peygamberler aile üzerinden anılmazdı. Birbirine akraba, hatta baba-oğul peygamberler kavimlere örneklik için gönderilmezdi. Her biri hayatının büyük kısmını şehrin ortasında, insanlarla burun buruna geçirmezdi.

Peygamberimiz (s.a.v.) ve bütün peygamberler hayatlarının bir bölümünde uzleti de yaşadı. Uzlet tümüyle insanlardan uzaklaşmak olsa da yine insanlıkla, yaradılışa en uygun biçimde iletişimi sürdürmek ve onları hak yola davet etmek konusunda olgunlaşmak için yaşanan, insandan arındırılmış bir zaman dilimiydi.

Etraf bir sürü tahammülsüz gürültüler ve gürültücülerle dolu... İnsan bu tantanadan uzletine koşmak istiyor. Ama bu bir kaçış değil; gürültülerle başa çıkmanın uygun bir yolunu bulma çabası… Yani size başkalarının hikâyelerine kulak tıkama hakkını vermiyor. Bilakis bu dinlemeleri daha kaliteli hâle getiriyor ve kimi zaman devaya vesile kılıyor.

Etrafta birbirini duymadan sürekli konuşan ve iletişimin böyle olabildiğini sananlar çok…

Olsun.   

Havalar güzel olunca kuşlar geri dönüyor şehre ve sabahları hiç uyutmuyorlar.

Ne güzel.

İyi ki onların zikredişi duyulabiliyor hâlâ.

O zikri dinlerken uzun uzun susabiliyorsun. Bu kısa soluklu uzletlere ise kimse karışamıyor.  

***

Künye: Uzlet; Arapça kökenli bir kelime olup toplum yaşayışından kaçıp tek başına yaşama anlamına gelmektedir. (TDK Türkçe Sözlük)