24 Mart 2022

​Yakup Kadri'nin romanında Kemalizm'in Ankara'sı

Müslüman Türk milletinin Millî Mücadele’deki rûhuna ve inancına ihânet eden Kemalizm’in Ankara’sının çirkin yüzünü “idealist Kemalist” Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Ankara” adlı romanından tanımak mümkün. Yakup Kadri, Cumhuriyet Ankara’sının ilk yıllarında Amerikanlaşmanın ve Avrupaî bir burjuvalaşmanın başlamasından şikâyet ediyor. Ankara’da “ulusal kurtuluş devrimini” görmek istiyordu. Kafasındaki devrimler ahlâksız sosyete özentisi siyasî zümrenin Ankara’ya hâkim olmasından dolayı zayi oluyordu:

 

“Şehre yeni gelen Hakkı Bey’le, Kemalizm’in Ankara’sını daha önceden görmüş olan bir hanım arasında şöyle bir konuşma geçer. “Söyleyin bana, denildiği gibi, sahiden orada, Türk hanımları ecnebi zabitleriyle dans mı ediyor? Ben hiç o gibi meclislerde bulunmadım, bilmiyorum. Kulak misafiri olan Nazif Bey söze girer: Eden de var, etmeyende. Hakkı Bey, tiksinti ile yüzünü buruşturdu.” (Ankara, s.66)

       

Bu minval üzere Ankara, Kemalizm’in çizgisine girmeye başlıyor ve Millî Mücadele’deki kimliği değiştiriliyordu: “Bu kış, Noel ve yılbaşı balolarına, Ankara’da, her seneden daha zevkli bir hazırlanış vardı. Çünki, bu eğlenceler, henüz açılmış olan Ankara Palas’ın büyük hali ve salonlarında yapılacaktı. Buranın bin kişiden fazla dâvetli alabileceği söyleniyordu. Onun için, birçok ailelerin daha iki ay evvelinden İstanbul terzilerine taşındıkları görülmeğe başladı. Gerek Kaligurusi’de, gerek Fegara’da en son Paris modelleri Ankaralı hanımlar tarafından kapışılıyordu. Beyler, fraklarını ya daralmış ya eskimiş bularak yeniden gece esvapları ısmarlıyorlardı. İlk yıllar, bir kuyruklu ceketle bir silindir şapkayı kâfi sananlar, şimdi klak ve makferlan peşinde koşuşuyorlardı. Yazık ki, bu artikillerin (eşyalar) bir kısmını stoklar tükenmiş olduğu için bulmak kâbil olmuyor ve Beyoğlu’nun belli başlı mağazaları vasıtasıyla Avrupa’ya ısmarlamak lâzım geliyordu. Bu sırada dans iskarpinlerinin fiatı üç dört misline fırladı. Gerçi, yeni çıkan (Adabı Muaşeret) kitabında maskaratsız olmak şartiyle bağlı rugan iskarpinlere mesağ (izin) vardı. Lâkin, zarafetin en ileri şartlarını yerine getirmek asriliğin ihmal götürmez bir şiarı telâkki olunuyordu.” (a.g.e., s.105)

BALO, DANS VE ALAFRANGALIĞIN YUVASI: ANKARA PALAS

Sözde halkçı Kemalist Ankara’nın resmî zevatı ve sivil bağlıları, Ankara Palas’ta sık sık yapılan balolara, tangolara hazırlanmak için Sabatayistlerin satış yaptığı Avrupaî elbiseler, ayakkabılar, melon şapkalar almak üzere pür-telaş içindedirler. Y. Kadri, kitabında baloların tertip edildiği Kemalizm’in neşvünema bulduğu meşhur Ankara Palas’ta yaşananları bir hoca ve şehre yeni gelen bir köylünün konuşmalarıyla anlatır. Köylü, hocaya yaklaşarak, “Sekiz saatlik yoldan gelirim. Handa bana yer vermediler. Bir kahveye gireyim dedim, sokmadılar. Dolaşırken buranın (Ankara Palas’ın) ışıklarını gördüm. Baktım ahali toplanmış. Belki bizim köylülerden birine rast gelirim dedim. Burada ne var ki, ne idirler?” diyor. Hoca da, “Balo var, balo...” diye karşılık veriyor. Bu kelimeler köylüye hiçbir şey ifade etmez. Lâkin köylü söylenir durur. “Bu gecenin yarısında hep dolaşıp dururlar. Onlar da benim gibi garip mi nedir? Yatacak yer mi ararlar?” Hoca, “Burası otel, otel. Alafranga han burası” diyor. (a.g.e., s.108)

Birkaç yıl önce M. Kemal’in “din-i mübîn-i İslâm” üzere önderlik ettiği Millî Mücadele’nin kahramanı olan köylülerin Kemalizm’in Ankara’sının bâzı semt ve mekânlarına girmesi ve konaklaması yasaklanmıştır. Tek Parti Dönemi sonuna kadar da Ankara’nın belli mekânlarına irticaî görünüş ve yaşayışından dolayı köylü ve taşralıların, yâni düz vatandaşların girmemesi için tedbirler alınmıştır. Kemalist Ankara zevatı kendi hayat tarzlarını çocuklarına da öğretmeye çalışıyorlardı. “Murat Beyin, baloya çocuklarını da beraber getirişi, bu akşamın en tuhaf vakalarından birini teşkil etmişti. (...) Büyükannelerinin eteğine yapışıp kalan bu çocuklar, yavaş yavaş muhite alışmışlar. Kendi eğlencesi için, bu işe razı olan İsviçreli mürebbiye, Hariciyenin gençleriyle danstan bir dakika alamıyordu ve çocuklar, bu suretle çoktan kaybettikleri bir serbestliğin tadını çıkarıyorlardı. Murat Bey, yanındakilere: ‘Bizim çocuklar... Mahsus getirdim. Küçükten alışsınlar. Bizim gibi acemilik çekmesinler’ diyordu.” (a.g.e., s. 110)

“KÜÇÜK ÇOCUKLAR BALO VE DANSA ALIŞTIRILIYOR”

Kemalizm’in Ankara’sının sözde halkçı, millîci ve laikçi yeni Türk bürokrasisi, “acemilik çekmesinler” diye çocuklarını da balo, dans gibi Batılı hayata alıştırıyorlardı.  Daha üç yıl önce, dîn-i mübîn-i İslâm üzere millî değerleriyle mücehhez bir cumhuriyet devleti kurmaya Kur’ân-ı Kerim okuyarak and içmiş olan resmî zevat Kemalizm’e doğru “evrim” geçiriyordu. Asıl kimliğinden uzaklaştırılıp Kemalist bir kimliğe dönüştürülen Ankara’da 23 Nisan 1920’de ilk Büyük Millet Meclisi M. Kemal’in de katıldığı Hacı Bayram Câmii’nde kılınan Cuma namazından sonra Kur’ân-ı Kerîm ve dualarla açılmıştı.

Kemalizm’in Ankara’sında Müslüman milleti yönetecek olan resmî zevat balo salonlarında ecnebî kadınlara nasıl reverans yapılacağını öğrenmenin telâşı ve mahcubiyeti içindeydi. Elçilik erkânından genç birisinin, hanımını dansa kaldırmasının asrî muaşeretini seyrediyordu Hakkı Bey. Yönünü Frenkleşmeye çeviren “yeni Türk devletinin” Ankara muaşereti böyleydi artık... Sonra yanındaki bayanı bırakıp bir başka yabancı bir bayanın önünde yerlere kadar eğilerek elini öpmeye alışıyordu. Çünkü Kemalizm’in Ankara’sı demek alafrangalıkta ustalaşmak, Avrupa’nın her bir değer ve kaidelerini öğrenmek demekti. Hakkı Bey, bu alafrangalığı çabuk kavrayışının sebeplerini soran hanımına şöyle cevap verir: “A hanım, bir defa, ben Avrupa’da bulunmuş bir adamım. Avrupa âdap ve muaşeretine dair ne kadar kitap görürsem alıp okuyorum...” (a.g.e., s. 112)

KUR’ÂN OKUNARAK AÇILAN MECLİS’İN ANKARA’SI KEMALİSTLEŞİYOR

M. Kemal’in “dîn-i mübîn-i İslâm üzere istiklâl” dediği ve Kur’ân-ı Kerîm okunarak açtırdığı Meclisin Ankara’sı bir süre sonra aynı kurtarıcılar tarafından aldatılmıştı. Asıl niyetlerini ortaya koyan Kemalist resmî zevat Avrupa âdap ve muaşeretinin kitaplarını okuyor ve tatbikine geçiyordu. Kemalistler Ankafra’nın sûretini de değiştiriyorlardı. “Yeni Ankara baş döndürücü bir süratle inkişaf ediyordu. (...) Apartmanlar, evler, resmî binalar, sanki yerden fışkırırcasına yükseliyordu. Bunların her biri yapanın bilgisine ve yaptıranın zevkine göre şekiller ve renkler almak beraber(...) hepsine hâkim olan exotipnue mimarî tarzının sırıttığı da aşikârdı. (...) Hep bir mimarın elinden çıkmış bulunan bu kuleli ve geniş saçaklı evler, etrafını çeviren hendeklerin ortasında birer derebeyi şatosunu andırıyordu. (...) Birçok binanın cepheleri, sakalını bıyığını tıraş eden bu adamların yüzleri gibi değişiyor, düzelip sadeleşiyordu. Fakat bu modern zevk evlerin içine doğru sokulurken acayip bir soysuzluğa uğruyor, âdeta rokokolaşıyordu.” ( a.g.e., s.122)

Adı geçen kitaba göre, resmî ve sivil Kemalist zevatın her şeyi gibi, banyoları da Avrupalılaşıyordu. Bir salon genişliğindeki banyo yerden tavana kadar mavi çinilerle kaplıydı. Teknesi somaki mermerdendi. Mermerden lavaboların bizote (oymalı, kenarlı süslü) aynaları Hint-Avrupaî teknikle ve seküler-hazcı anlayışıyla yapılmıştı ki, banyonun neresine gidilse, içindeki kişi kendini onun içinde seyretmesi mümkündü. (a.g.e., s.123)

“ŞEHRİN AKTÜALİTESİ YENİ BİNALARLA MUSTAFA KEMAL’İN HAYATIYDI”                

Ahmet Hamdi Tanpınar, “Beş Şehir” adlı kitabında Ankara tasvirine şu görüşlerini de ilâve etmişti: “Şehrin aktüalitesi biraz da bu yeni binalarla Mustafa Kemal’in hayatıydı. (...) Bir tek tefrikası vardı. Şehrin her köşesinin, rast geldiğiniz her insanın naklettiği çetin savaş ve karar günleri... Bu insanların kendileri, yaşadıkları şeyleri anlatmasalar bile siz o günlerdeki hayatlarını yine tasavvur edebilirdiniz. Bununla beraber her şeyi o kadar büyük ve cazip gösteren büyü artık gitmişti. Beş sene evvelinin tarihini yapanlar, onun aydınlığından çıkmışlar, günlük şeylerin ışığında yaşıyorlardı.” (Tanpınar, a.g.e., s. 7)

Beş sene evvelin tarihi neydi? O tarihi yapanlar hangi değerler adına hareket etmişlerdi? O tarihin aydınlığını yaşayanlar, Kemalist Batıcı aydınlar ve paşalar tarafından aldatılan Ankara’nın samimi Müslüman halkıydı. Beş sene evvelin tarihî aydınlığından çıkmış olanlar ise Kemalist Cumhuriyetin kurucuları değil miydi? Yerlilikten, gelenekten uzaklaşmaya çalışılan sözde millîci ve halkçı “yeni Türk devletinin” başşehri Kemalist Ankara’da daha üç-beş yıl önce dîn-i mübîn-i İslâm üzere istiklâl bayrağı açılmış, Kur’ân-ı Kerîm üzerine and içilmiş, Hindistan’dan din kardeşlerinin gönderdiği büyük miktardaki paraları Millî Mücadele’de kullanmak üzere Mecliste konuşmalar yapılmıştı. Fakat sonra bunlar unutulmuş ve Kemalistler aldatmaya başlamıştı. Mazlum millete gönderilen paralar Kemalizm’in Ankara’sının inşasında ve Kemalist zevatın rokoko evlerine ve bizote aynalı, mermer kaplamalı seküler-haz veren banyolarına harcanmıştı.  

KEMALİST ZEVAT GARPLILIĞI ANKARA’YA TAŞIYOR

Kemalist Ankara zevatı asrî Türk kadınına hürriyetin dans etmek, tırnakları boyamak, baloların adâb-ı muaşeretini öğrenmekle kazanılacağını söylüyordu. Kemalist aydınlar ve siyasetçiler Ankara’da Avrupaîliğin Türk tarzını yaymaya çalışıyorlardı. Oysa Kemalizm’in Ankara’sında iki zıt manzara vardı. İlkinde, resmî ve sivil Kemalistlerin oturduğu mekânlar ile resmî binalar o dönemde oldukça pahalı olan elektriklerle aydınlatılmıştı; her yer mamur ve aydınlıktı. İkincisinde, yâni Millî Mücadeleye katılmış olan Müslüman Ankara halkının evleri ve mahallelerinde elektrik yoktu. Her taraf çamur ve toz-toprak içindeydi. Bu tezadı Yakup Kadri, “Ankara” kitabında şöyle anlatıyor:
“Garplılık namına Garbın (vice) almakta, yarın öbür gün Garp medeniyetinin yıkılıp çökmesine sebep olacak unsurları bu taze, arı vatan topraklarına taşımakta ve aşılamakta ne mânâ vardı? Biz Garp namına hüküm süren çürümüş bir sınıfın istihlâk (tüketim) ve istihsal şartlarını kendimize tatbike uğraşmaktayız. Tıpkı tehlikeli bir ilacı kendi kanına aşılayan bir ilim fedaisi gibi. (...)Bu korkunç tehlike, Selma Hanımın evindeki lüks kadar, bu caddenin ortasındaki lâmbalar kadar faydasız ve beyhudedir.”(a.g.e., s.130)                                                                                                                                                                                  Selma Hanım sözde halkçı geçinen Kemalizm’in Ankara’sının Avrupacı zevatından birinin hanımıdır. Çankaya Köşkü ve Ankara Palas balolarının baş müdavimlerindendir. Kemalizm’in inşa ettiği Ankara’daki barok ve rokoko evlerin ve lüks harcamaların önde gelen bir kişisidir. Evinde her yer ışıklıdır. Öte yandan “dîn-i İslâm üzere istiklâl” diyen M. Kemal’in önderliğinde Millî Mücadele’ye katılan Ankara’nın gerçek sahipleri perişandı ve kendilerine önderlik edenler tarafından aldatılmışlardı. Atatürkçü Yakup Kadri bile bu utanç verici duruma tepki gösteriyordu.  “Neşet Sabit, (...) eski Ankara mahallerine varmıştı. Bu noktadan itibaren her şey bundan elli yıl evveline dönüyor. Elli yıl mı? Heyhat, burada artık, zaman donmuş, taş kesilmiştir. Mısır’ın mumya sandukaları, Roma’nın Katakomp dehlizleri ve ortaçağın zindanları gibi donmuş...” (a.g.e., s.130)

MÜSLÜMAN ANKARA KEMALİZM’İN İŞGALİNE UĞRADI

Bu pespâye zümrenin içinde idealist geçinen Neşet Sabit, Kemalizm’in Ankara’sındaki bu iki zıt durum karşısında şaşırıyor, elektriğin halktan evvel M. Kemal ve idarecilerin hizmetine sunulmasını tenkit ediyordu. İnsafsızca harcanan elektriğin, Selma Hanımın salonunda dans edenlerin ayakları ayna gibi parlayan parkelerin üstünde akisler yaptığını ve o çevrenin büyük ve mamur caddelerinin iki yüz elli woltluk ampulleri sabaha kadar hiç kimsenin yolunu aydınlatmamak için yandığını görmekten hayıflanıyordu. Arkasından “Garp medeniyetinin ne acayip, ne akıl almaz bir taksimi!” diyerek acı acı gülüyor ve iç geçiriyor. (a.g.e., s. 131)

Neşet Sabit’in gözüyle, halktan kopan Kemalizm’in Ankara’sının “halkçı” olmayan manzarası çirkin ve rezildir. “Yaz geldi mi aylarca bir damla su bulmak kabil olmuyordu. Zavallı Ankara, muhasaraya uğramış bir şehirde gibi yarı ıslak çeşme ve kuyuların başında birbiriyle kavga ediyordu. Bir gün, tahminen bir haftadan beri yüzünü yıkamamış bir adam, caddelerin ortasında çimenleri sulayan belediye amelesinin elinden çılgın bir jestle hortumu kapmış ve çıplak başına götürmüştü. Bir başka gün gece yarısından sonra Maliye’nin havuzundan zorla su almaya gelen bütün bir aile görülmüştü.” (a.g.e., s. 131)

Yakup Kadri’nin adı geçen romanında anlatılan Kemalizm’in Ankara’sında vicdanları çatlatan manzaralar Cumhuriyet devletinin yüzkarasıdır: “Bir kapının aralığından içerinin bir mescitteki gibi tavandan sarkıtılmış kandillerle aydınlanmış olduğu ve bu aydınlıkta yeni aptes almış birtakım insanların mendilleriyle yüzlerini sildiği... görülüyordu. Neşet Sabit, kapıda duran çocuğa yaklaştı: ‘Burada ne var? Mevlit var. Yatsı namazından sonra. Neşet sabit bu cevabı alıp uzaklaşır ve çocuk arkasından bağırır: ‘İstersen sen de buyur, amca... Sonra şerbet dağıtacaklar, hani...’ Bir şehrin iki yakın mahallesi arasındaki bu kesin hayat tarzını kendi nefsinde iyice hissetmek için, Neşet Sabit, bu mevlide girip mevlit ayinine iştirak etmek istedi. Selma Hanımın evindeki wiskili, danslı çay ziyafetini, bu şerbetli mevlitten ancak iki-üç kilometrelik bir mesafe ayırıyordu. Genç adam, yarım saat evvel aksa-yı (uzak) Garp’ta idi. Şimdi tam Asya’nın, bir ortaçağ Asya’sının göbeğindedir. Bu kadar ivicaçlı (eğri büğrü, engebeli) bir cemiyet içinde doğru yolu nasıl bulmalı? Bu mevlide gidenler mi haklıdır, o salonda dans edenler mi?” (a.g.e., .132)

KEMALİZM’İN ANKARA’SINDA WİSKİLİ BALOLU SEMTLER

Neşet Sabit gördüğü bu tezat manzaralardan dolayı düşünmeye başlar.  M. Kemal’in şahsında idealize ettiği Millî Mücadele Ankara’sının yine M. Kemal tarafından etrafındaki kadro ile danslı, wiskili baloya dönüştürülmesine, resmî mekânların ve Kemalist seçkinlerin oturduğu semtlerin elektrikle aydınlatılmasına, halkın yaşadığı semtlerin ise orta çağ eskiliğinde bırakılmasına kızgındı. Ankara romanına göre, Kemalizm’in Ankara’sının sınırları Çankaya Köşkü ile Yenişehir semtinden başlamaktadır. Yenişehir’de halk yoktu. Dolayısıyla gelenek ve gerçek mâna da millîlikte yoktu. Taceddin Mahallesinde, yâni Müslüman Ankaralıların yaşadığı eski Ankara’da hiç değilse gelenek, sefalet ve azap ortaklığı vardı. Hayat burada daha tuzlu biberli, daha karakterli, daha esaslı, daha insanî idi. Millî Mücadele Ankara’sının hayâli bir ideal beldenin gölgesi hâlindeydi. O devirde insanlar arasında samimiyet, emniyet ve açık yüreklilik vardı. Yeni Ankara, o eski Ankara’nın bir mütekâmil şekli olmak lâzım gelmez miydi? O millî ateşin hararetinden bu buzdan şehir maketi nasıl çıkmıştı? (a.g.e., s. 142-143)

O uğursuz yıllarda Kemalizm’in neşvünema bulduğu Yenişehir semtinde câmi olmadığı için, burada oturan ve dindar olan insanlar bayramlarda namaz kılabilmek için sistem dışında bırakılmış câmilerin olduğu semtlere giderlerdi. Yenişehir’de oturanlar genellikle Kemalist Cumhuriyetin seçkinleri olduğu için geçim ve mahrumiyet problemi yoktu. Peş peşe yaşanan savaşlar neticesinde fakirleşen Ankaralılar, yeni rejim Kemalizm’in sadece kendi seçkinlerine maddî imkân sağlaması ve halkçılık sözlerinin yerine getirmemesiyle daha da fakirleşmişti. Eskiciler Kemalist seçkinlerin muhiti Yenişehir’deki evlerden ucuza zatın aldıkları giyim ve ev eşyalarını Millî Mücadele’nin ön saflarında savaşan Müslüman ve yoksul Ankaralılara satarlardı. (a.g.e., s.144)  

ANKARA’SI BİR YUNAN ŞEHRİNE BENZETİLİYOR

Kemalizm’in Ankara’sında artık, modern eğlence yerleri, halktan uzak Halkevleri ve halkın değerleriyle yüzde yüz zıt değerlerin temsil edildiği tiyatrolar, bale ve opera gösterileri, Kemalist seçkinlerin zevkine uygun Avrupaî tarzda Stadyumda müsabakalar vardı. “Ankara bütün mânasiyle bir Orfe masalını yaşamağa başlamıştı ve bu masalın kahramanının, saçlarındaki güneş, gözlerindeki gök pırıltısıyla daima taze, daima coşkun bir ezelî gençlik kaynağı gibi Çankaya tepesinde çağladığı ve onun varlığından bir seyyalenin daima aşağıya doğru aktığı hissolunuyordu.” (a.g.e., s.167) 

“Orfe” masalının güneş saçlı, gök gözlü kahramanı, dîn-i mübîn-i İslâm üzere diyerek Ankara halkını ve bütün Anadolu’yu Millî Mücadeleye çağıran ve zaferden sonra İslâmî Cumhuriyet fikrinden vazgeçip Kemalizm’in Ankara’sını inşa eden M. Kemal’dir. Kimliğini değiştirdiği Ankara’nın yağmacı ve Batıcı avenesi M. Kemal’i Millî Mücadele’nin reisi değil de, kurtarıcı ilâh görüyorlardı. M. Kemal bu benzetmelerden rahatsız değildi. Çünkü bu zihniyeti bizzat kendisi Avrupâi fikirlerle oluşturmuştu. Cumhuriyetin onuncu yıl kutlamalarında, omurgası Vatan-ı İslâmiyye olan 1920’deki Millî Mücadele’nin sahibi Müslüman halkın değerlerine yer verilmemişti. Kutlamalar bugünkü gibi Batılı tarz ve üslûpla yapılmıştı. “Taklar dizisinin en başında Ergenekon masalını temsil eden bir allegorik âbide duruyordu. Halk, evvelâ bunun içinden geçiyor; sonra sırasıyla millî tarihinin bütün mühim merhalelerini adım adım geçerek, nihayet Gazisarayı’nın mermer eşiklerine varıyordu” (Y. Kadri, a.g.e., s.213).

Hülâsa-i kelâm; Hacı Bayrâm-ı Velî’nin Ankara’sı, Millî Mücadele’nin ruhuna ihânet eden Kemalistlerin işgaliyle böyle çirkinleştirilmişti.(ilbeyali@hotmail.com)