Yakup Kadri'nin romanında Kemalizm'in Ankara'sı
Müslüman Türk milletinin Millî Mücadele’deki rûhuna ve inancına ihânet eden Kemalizm’in Ankara’sının çirkin yüzünü “idealist Kemalist” Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Ankara” adlı romanından tanımak mümkün. Yakup Kadri, Cumhuriyet Ankara’sının ilk yıllarında Amerikanlaşmanın ve Avrupaî bir burjuvalaşmanın başlamasından şikâyet ediyor. Ankara’da “ulusal kurtuluş devrimini” görmek istiyordu. Kafasındaki devrimler ahlâksız sosyete özentisi siyasî zümrenin Ankara’ya hâkim olmasından dolayı zayi oluyordu:
“Şehre yeni
gelen Hakkı Bey’le, Kemalizm’in Ankara’sını daha önceden görmüş olan bir hanım
arasında şöyle bir konuşma geçer. “Söyleyin bana, denildiği gibi, sahiden
orada, Türk hanımları ecnebi zabitleriyle dans mı ediyor? Ben hiç o gibi
meclislerde bulunmadım, bilmiyorum. Kulak misafiri olan Nazif Bey söze girer:
Eden de var, etmeyende. Hakkı Bey, tiksinti ile yüzünü buruşturdu.” (Ankara,
s.66)
Bu minval
üzere Ankara, Kemalizm’in çizgisine girmeye başlıyor ve Millî Mücadele’deki
kimliği değiştiriliyordu: “Bu kış, Noel ve yılbaşı balolarına, Ankara’da, her
seneden daha zevkli bir hazırlanış vardı. Çünki, bu eğlenceler, henüz açılmış
olan Ankara Palas’ın büyük hali ve salonlarında yapılacaktı. Buranın bin
kişiden fazla dâvetli alabileceği söyleniyordu. Onun için, birçok ailelerin
daha iki ay evvelinden İstanbul terzilerine taşındıkları görülmeğe başladı.
Gerek Kaligurusi’de, gerek Fegara’da en son Paris modelleri Ankaralı hanımlar
tarafından kapışılıyordu. Beyler, fraklarını ya daralmış ya eskimiş bularak
yeniden gece esvapları ısmarlıyorlardı. İlk yıllar, bir kuyruklu ceketle bir
silindir şapkayı kâfi sananlar, şimdi klak ve makferlan peşinde koşuşuyorlardı.
Yazık ki, bu artikillerin (eşyalar) bir kısmını stoklar tükenmiş olduğu için
bulmak kâbil olmuyor ve Beyoğlu’nun belli başlı mağazaları vasıtasıyla
Avrupa’ya ısmarlamak lâzım geliyordu. Bu sırada dans iskarpinlerinin fiatı üç
dört misline fırladı. Gerçi, yeni çıkan (Adabı Muaşeret) kitabında maskaratsız
olmak şartiyle bağlı rugan iskarpinlere mesağ (izin) vardı. Lâkin, zarafetin en
ileri şartlarını yerine getirmek asriliğin ihmal götürmez bir şiarı telâkki
olunuyordu.” (a.g.e., s.105)
BALO, DANS VE ALAFRANGALIĞIN
YUVASI: ANKARA PALAS
Sözde halkçı
Kemalist Ankara’nın resmî zevatı ve sivil bağlıları, Ankara Palas’ta sık sık
yapılan balolara, tangolara hazırlanmak için Sabatayistlerin satış yaptığı
Avrupaî elbiseler, ayakkabılar, melon şapkalar almak üzere pür-telaş
içindedirler. Y. Kadri, kitabında baloların tertip edildiği Kemalizm’in
neşvünema bulduğu meşhur Ankara Palas’ta yaşananları bir hoca ve şehre yeni
gelen bir köylünün konuşmalarıyla anlatır. Köylü, hocaya yaklaşarak, “Sekiz
saatlik yoldan gelirim. Handa bana yer vermediler. Bir kahveye gireyim dedim,
sokmadılar. Dolaşırken buranın (Ankara Palas’ın) ışıklarını gördüm. Baktım
ahali toplanmış. Belki bizim köylülerden birine rast gelirim dedim. Burada ne
var ki, ne idirler?” diyor. Hoca da, “Balo var, balo...” diye karşılık veriyor.
Bu kelimeler köylüye hiçbir şey ifade etmez. Lâkin köylü söylenir durur. “Bu
gecenin yarısında hep dolaşıp dururlar. Onlar da benim gibi garip mi nedir?
Yatacak yer mi ararlar?” Hoca, “Burası otel, otel. Alafranga han burası” diyor.
(a.g.e., s.108)
Birkaç yıl
önce M. Kemal’in “din-i mübîn-i İslâm” üzere önderlik ettiği Millî Mücadele’nin
kahramanı olan köylülerin Kemalizm’in Ankara’sının bâzı semt ve mekânlarına
girmesi ve konaklaması yasaklanmıştır. Tek Parti Dönemi sonuna kadar da
Ankara’nın belli mekânlarına irticaî görünüş ve yaşayışından dolayı köylü ve
taşralıların, yâni düz vatandaşların girmemesi için tedbirler alınmıştır. Kemalist
Ankara zevatı kendi hayat tarzlarını çocuklarına da öğretmeye çalışıyorlardı.
“Murat Beyin, baloya çocuklarını da beraber getirişi, bu akşamın en tuhaf
vakalarından birini teşkil etmişti. (...) Büyükannelerinin eteğine yapışıp
kalan bu çocuklar, yavaş yavaş muhite alışmışlar. Kendi eğlencesi için, bu işe
razı olan İsviçreli mürebbiye, Hariciyenin gençleriyle danstan bir dakika
alamıyordu ve çocuklar, bu suretle çoktan kaybettikleri bir serbestliğin tadını
çıkarıyorlardı. Murat Bey, yanındakilere: ‘Bizim çocuklar... Mahsus getirdim.
Küçükten alışsınlar. Bizim gibi acemilik çekmesinler’ diyordu.” (a.g.e., s.
110)
“KÜÇÜK ÇOCUKLAR BALO VE DANSA
ALIŞTIRILIYOR”
Kemalizm’in
Ankara’sının sözde halkçı, millîci ve laikçi yeni Türk bürokrasisi, “acemilik
çekmesinler” diye çocuklarını da balo, dans gibi Batılı hayata
alıştırıyorlardı. Daha üç yıl önce,
dîn-i mübîn-i İslâm üzere millî değerleriyle mücehhez bir cumhuriyet devleti
kurmaya Kur’ân-ı Kerim okuyarak and içmiş olan resmî zevat Kemalizm’e doğru
“evrim” geçiriyordu. Asıl kimliğinden uzaklaştırılıp Kemalist bir kimliğe
dönüştürülen Ankara’da 23 Nisan 1920’de ilk Büyük Millet Meclisi M. Kemal’in de
katıldığı Hacı Bayram Câmii’nde kılınan Cuma namazından sonra Kur’ân-ı Kerîm ve
dualarla açılmıştı.
Kemalizm’in
Ankara’sında Müslüman milleti yönetecek olan resmî zevat balo salonlarında
ecnebî kadınlara nasıl reverans yapılacağını öğrenmenin telâşı ve mahcubiyeti
içindeydi. Elçilik erkânından genç birisinin, hanımını dansa kaldırmasının asrî
muaşeretini seyrediyordu Hakkı Bey. Yönünü Frenkleşmeye çeviren “yeni Türk
devletinin” Ankara muaşereti böyleydi artık... Sonra yanındaki bayanı bırakıp
bir başka yabancı bir bayanın önünde yerlere kadar eğilerek elini öpmeye
alışıyordu. Çünkü Kemalizm’in Ankara’sı demek alafrangalıkta ustalaşmak,
Avrupa’nın her bir değer ve kaidelerini öğrenmek demekti. Hakkı Bey, bu
alafrangalığı çabuk kavrayışının sebeplerini soran hanımına şöyle cevap verir:
“A hanım, bir defa, ben Avrupa’da bulunmuş bir adamım. Avrupa âdap ve
muaşeretine dair ne kadar kitap görürsem alıp okuyorum...” (a.g.e., s. 112)
KUR’ÂN OKUNARAK AÇILAN MECLİS’İN
ANKARA’SI KEMALİSTLEŞİYOR
M. Kemal’in
“dîn-i mübîn-i İslâm üzere istiklâl” dediği ve Kur’ân-ı Kerîm okunarak
açtırdığı Meclisin Ankara’sı bir süre sonra aynı kurtarıcılar tarafından
aldatılmıştı. Asıl niyetlerini ortaya koyan Kemalist resmî zevat Avrupa âdap ve
muaşeretinin kitaplarını okuyor ve tatbikine geçiyordu. Kemalistler Ankafra’nın
sûretini de değiştiriyorlardı. “Yeni Ankara baş döndürücü bir süratle inkişaf
ediyordu. (...) Apartmanlar, evler, resmî binalar, sanki yerden fışkırırcasına
yükseliyordu. Bunların her biri yapanın bilgisine ve yaptıranın zevkine göre
şekiller ve renkler almak beraber(...) hepsine hâkim olan exotipnue mimarî
tarzının sırıttığı da aşikârdı. (...) Hep bir mimarın elinden çıkmış bulunan bu
kuleli ve geniş saçaklı evler, etrafını çeviren hendeklerin ortasında birer
derebeyi şatosunu andırıyordu. (...) Birçok binanın cepheleri, sakalını
bıyığını tıraş eden bu adamların yüzleri gibi değişiyor, düzelip sadeleşiyordu.
Fakat bu modern zevk evlerin içine doğru sokulurken acayip bir soysuzluğa
uğruyor, âdeta rokokolaşıyordu.” ( a.g.e., s.122)
Adı geçen
kitaba göre, resmî ve sivil Kemalist zevatın her şeyi gibi, banyoları da
Avrupalılaşıyordu. Bir salon genişliğindeki banyo yerden tavana kadar mavi
çinilerle kaplıydı. Teknesi somaki mermerdendi. Mermerden lavaboların bizote
(oymalı, kenarlı süslü) aynaları Hint-Avrupaî teknikle ve seküler-hazcı
anlayışıyla yapılmıştı ki, banyonun neresine gidilse, içindeki kişi kendini
onun içinde seyretmesi mümkündü. (a.g.e., s.123)
“ŞEHRİN AKTÜALİTESİ YENİ
BİNALARLA MUSTAFA KEMAL’İN HAYATIYDI”
Ahmet Hamdi
Tanpınar, “Beş Şehir” adlı kitabında Ankara tasvirine şu görüşlerini de ilâve
etmişti: “Şehrin aktüalitesi biraz da bu yeni binalarla Mustafa Kemal’in
hayatıydı. (...) Bir tek tefrikası vardı. Şehrin her köşesinin, rast geldiğiniz
her insanın naklettiği çetin savaş ve karar günleri... Bu insanların kendileri,
yaşadıkları şeyleri anlatmasalar bile siz o günlerdeki hayatlarını yine
tasavvur edebilirdiniz. Bununla beraber her şeyi o kadar büyük ve cazip
gösteren büyü artık gitmişti. Beş sene evvelinin tarihini yapanlar, onun aydınlığından
çıkmışlar, günlük şeylerin ışığında yaşıyorlardı.” (Tanpınar, a.g.e., s. 7)
Beş sene
evvelin tarihi neydi? O tarihi yapanlar hangi değerler adına hareket
etmişlerdi? O tarihin aydınlığını yaşayanlar, Kemalist Batıcı aydınlar ve
paşalar tarafından aldatılan Ankara’nın samimi Müslüman halkıydı. Beş sene
evvelin tarihî aydınlığından çıkmış olanlar ise Kemalist Cumhuriyetin
kurucuları değil miydi? Yerlilikten, gelenekten uzaklaşmaya çalışılan sözde
millîci ve halkçı “yeni Türk devletinin” başşehri Kemalist Ankara’da daha
üç-beş yıl önce dîn-i mübîn-i İslâm üzere istiklâl bayrağı açılmış, Kur’ân-ı
Kerîm üzerine and içilmiş, Hindistan’dan din kardeşlerinin gönderdiği büyük
miktardaki paraları Millî Mücadele’de kullanmak üzere Mecliste konuşmalar
yapılmıştı. Fakat sonra bunlar unutulmuş ve Kemalistler aldatmaya başlamıştı.
Mazlum millete gönderilen paralar Kemalizm’in Ankara’sının inşasında ve
Kemalist zevatın rokoko evlerine ve bizote aynalı, mermer kaplamalı seküler-haz
veren banyolarına harcanmıştı.
KEMALİST ZEVAT GARPLILIĞI
ANKARA’YA TAŞIYOR
Kemalist
Ankara zevatı asrî Türk kadınına hürriyetin dans etmek, tırnakları boyamak,
baloların adâb-ı muaşeretini öğrenmekle kazanılacağını söylüyordu. Kemalist
aydınlar ve siyasetçiler Ankara’da Avrupaîliğin Türk tarzını yaymaya
çalışıyorlardı. Oysa Kemalizm’in Ankara’sında iki zıt manzara vardı. İlkinde,
resmî ve sivil Kemalistlerin oturduğu mekânlar ile resmî binalar o dönemde
oldukça pahalı olan elektriklerle aydınlatılmıştı; her yer mamur ve aydınlıktı.
İkincisinde, yâni Millî Mücadeleye katılmış olan Müslüman Ankara halkının
evleri ve mahallelerinde elektrik yoktu. Her taraf çamur ve toz-toprak
içindeydi. Bu tezadı Yakup Kadri, “Ankara” kitabında şöyle anlatıyor:
“Garplılık namına Garbın (vice) almakta, yarın öbür gün Garp medeniyetinin
yıkılıp çökmesine sebep olacak unsurları bu taze, arı vatan topraklarına
taşımakta ve aşılamakta ne mânâ vardı? Biz Garp namına hüküm süren çürümüş bir
sınıfın istihlâk (tüketim) ve istihsal şartlarını kendimize tatbike uğraşmaktayız.
Tıpkı tehlikeli bir ilacı kendi kanına aşılayan bir ilim fedaisi gibi. (...)Bu
korkunç tehlike, Selma Hanımın evindeki lüks kadar, bu caddenin ortasındaki
lâmbalar kadar faydasız ve beyhudedir.”(a.g.e., s.130) Selma
Hanım sözde halkçı geçinen Kemalizm’in Ankara’sının Avrupacı zevatından birinin
hanımıdır. Çankaya Köşkü ve Ankara Palas balolarının baş müdavimlerindendir.
Kemalizm’in inşa ettiği Ankara’daki barok ve rokoko evlerin ve lüks
harcamaların önde gelen bir kişisidir. Evinde her yer ışıklıdır. Öte yandan
“dîn-i İslâm üzere istiklâl” diyen M. Kemal’in önderliğinde Millî Mücadele’ye
katılan Ankara’nın gerçek sahipleri perişandı ve kendilerine önderlik edenler
tarafından aldatılmışlardı. Atatürkçü Yakup Kadri bile bu utanç verici duruma
tepki gösteriyordu. “Neşet Sabit, (...)
eski Ankara mahallerine varmıştı. Bu noktadan itibaren her şey bundan elli yıl
evveline dönüyor. Elli yıl mı? Heyhat, burada artık, zaman donmuş, taş
kesilmiştir. Mısır’ın mumya sandukaları, Roma’nın Katakomp dehlizleri ve
ortaçağın zindanları gibi donmuş...” (a.g.e., s.130)
MÜSLÜMAN ANKARA KEMALİZM’İN
İŞGALİNE UĞRADI
Bu pespâye
zümrenin içinde idealist geçinen Neşet Sabit, Kemalizm’in Ankara’sındaki bu iki
zıt durum karşısında şaşırıyor, elektriğin halktan evvel M. Kemal ve
idarecilerin hizmetine sunulmasını tenkit ediyordu. İnsafsızca harcanan
elektriğin, Selma Hanımın salonunda dans edenlerin ayakları ayna gibi parlayan
parkelerin üstünde akisler yaptığını ve o çevrenin büyük ve mamur caddelerinin
iki yüz elli woltluk ampulleri sabaha kadar hiç kimsenin yolunu aydınlatmamak
için yandığını görmekten hayıflanıyordu. Arkasından “Garp medeniyetinin ne
acayip, ne akıl almaz bir taksimi!” diyerek acı acı gülüyor ve iç geçiriyor. (a.g.e.,
s. 131)
Neşet
Sabit’in gözüyle, halktan kopan Kemalizm’in Ankara’sının “halkçı” olmayan
manzarası çirkin ve rezildir. “Yaz geldi mi aylarca bir damla su bulmak kabil
olmuyordu. Zavallı Ankara, muhasaraya uğramış bir şehirde gibi yarı ıslak çeşme
ve kuyuların başında birbiriyle kavga ediyordu. Bir gün, tahminen bir haftadan
beri yüzünü yıkamamış bir adam, caddelerin ortasında çimenleri sulayan belediye
amelesinin elinden çılgın bir jestle hortumu kapmış ve çıplak başına
götürmüştü. Bir başka gün gece yarısından sonra Maliye’nin havuzundan zorla su
almaya gelen bütün bir aile görülmüştü.” (a.g.e., s. 131)
Yakup
Kadri’nin adı geçen romanında anlatılan Kemalizm’in Ankara’sında vicdanları
çatlatan manzaralar Cumhuriyet devletinin yüzkarasıdır: “Bir kapının
aralığından içerinin bir mescitteki gibi tavandan sarkıtılmış kandillerle
aydınlanmış olduğu ve bu aydınlıkta yeni aptes almış birtakım insanların mendilleriyle
yüzlerini sildiği... görülüyordu. Neşet Sabit, kapıda duran çocuğa yaklaştı:
‘Burada ne var? Mevlit var. Yatsı namazından sonra. Neşet sabit bu cevabı alıp
uzaklaşır ve çocuk arkasından bağırır: ‘İstersen sen de buyur, amca... Sonra
şerbet dağıtacaklar, hani...’ Bir şehrin iki yakın mahallesi arasındaki bu
kesin hayat tarzını kendi nefsinde iyice hissetmek için, Neşet Sabit, bu
mevlide girip mevlit ayinine iştirak etmek istedi. Selma Hanımın evindeki
wiskili, danslı çay ziyafetini, bu şerbetli mevlitten ancak iki-üç kilometrelik
bir mesafe ayırıyordu. Genç adam, yarım saat evvel aksa-yı (uzak) Garp’ta idi.
Şimdi tam Asya’nın, bir ortaçağ Asya’sının göbeğindedir. Bu kadar ivicaçlı
(eğri büğrü, engebeli) bir cemiyet içinde doğru yolu nasıl bulmalı? Bu mevlide
gidenler mi haklıdır, o salonda dans edenler mi?” (a.g.e., .132)
KEMALİZM’İN ANKARA’SINDA WİSKİLİ
BALOLU SEMTLER
Neşet Sabit
gördüğü bu tezat manzaralardan dolayı düşünmeye başlar. M. Kemal’in şahsında idealize ettiği Millî
Mücadele Ankara’sının yine M. Kemal tarafından etrafındaki kadro ile danslı,
wiskili baloya dönüştürülmesine, resmî mekânların ve Kemalist seçkinlerin
oturduğu semtlerin elektrikle aydınlatılmasına, halkın yaşadığı semtlerin ise
orta çağ eskiliğinde bırakılmasına kızgındı. Ankara romanına göre, Kemalizm’in
Ankara’sının sınırları Çankaya Köşkü ile Yenişehir semtinden başlamaktadır.
Yenişehir’de halk yoktu. Dolayısıyla gelenek ve gerçek mâna da millîlikte
yoktu. Taceddin Mahallesinde, yâni Müslüman Ankaralıların yaşadığı eski Ankara’da
hiç değilse gelenek, sefalet ve azap ortaklığı vardı. Hayat burada daha tuzlu
biberli, daha karakterli, daha esaslı, daha insanî idi. Millî Mücadele
Ankara’sının hayâli bir ideal beldenin gölgesi hâlindeydi. O devirde insanlar
arasında samimiyet, emniyet ve açık yüreklilik vardı. Yeni Ankara, o eski
Ankara’nın bir mütekâmil şekli olmak lâzım gelmez miydi? O millî ateşin
hararetinden bu buzdan şehir maketi nasıl çıkmıştı? (a.g.e., s. 142-143)
O uğursuz
yıllarda Kemalizm’in neşvünema bulduğu Yenişehir semtinde câmi olmadığı için,
burada oturan ve dindar olan insanlar bayramlarda namaz kılabilmek için sistem
dışında bırakılmış câmilerin olduğu semtlere giderlerdi. Yenişehir’de oturanlar
genellikle Kemalist Cumhuriyetin seçkinleri olduğu için geçim ve mahrumiyet
problemi yoktu. Peş peşe yaşanan savaşlar neticesinde fakirleşen Ankaralılar,
yeni rejim Kemalizm’in sadece kendi seçkinlerine maddî imkân sağlaması ve
halkçılık sözlerinin yerine getirmemesiyle daha da fakirleşmişti. Eskiciler
Kemalist seçkinlerin muhiti Yenişehir’deki evlerden ucuza zatın aldıkları giyim
ve ev eşyalarını Millî Mücadele’nin ön saflarında savaşan Müslüman ve yoksul
Ankaralılara satarlardı. (a.g.e., s.144)
ANKARA’SI BİR YUNAN ŞEHRİNE
BENZETİLİYOR
Kemalizm’in
Ankara’sında artık, modern eğlence yerleri, halktan uzak Halkevleri ve halkın
değerleriyle yüzde yüz zıt değerlerin temsil edildiği tiyatrolar, bale ve opera
gösterileri, Kemalist seçkinlerin zevkine uygun Avrupaî tarzda Stadyumda
müsabakalar vardı. “Ankara bütün mânasiyle bir Orfe masalını yaşamağa
başlamıştı ve bu masalın kahramanının, saçlarındaki güneş, gözlerindeki gök
pırıltısıyla daima taze, daima coşkun bir ezelî gençlik kaynağı gibi Çankaya
tepesinde çağladığı ve onun varlığından bir seyyalenin daima aşağıya doğru
aktığı hissolunuyordu.” (a.g.e., s.167)
“Orfe”
masalının güneş saçlı, gök gözlü kahramanı, dîn-i mübîn-i İslâm üzere diyerek
Ankara halkını ve bütün Anadolu’yu Millî Mücadeleye çağıran ve zaferden sonra
İslâmî Cumhuriyet fikrinden vazgeçip Kemalizm’in Ankara’sını inşa eden M.
Kemal’dir. Kimliğini değiştirdiği Ankara’nın yağmacı ve Batıcı avenesi M.
Kemal’i Millî Mücadele’nin reisi değil de, kurtarıcı ilâh görüyorlardı. M.
Kemal bu benzetmelerden rahatsız değildi. Çünkü bu zihniyeti bizzat kendisi
Avrupâi fikirlerle oluşturmuştu. Cumhuriyetin onuncu yıl kutlamalarında,
omurgası Vatan-ı İslâmiyye olan 1920’deki Millî Mücadele’nin sahibi Müslüman
halkın değerlerine yer verilmemişti. Kutlamalar bugünkü gibi Batılı tarz ve
üslûpla yapılmıştı. “Taklar dizisinin en başında Ergenekon masalını temsil eden
bir allegorik âbide duruyordu. Halk, evvelâ bunun içinden geçiyor; sonra
sırasıyla millî tarihinin bütün mühim merhalelerini adım adım geçerek, nihayet
Gazisarayı’nın mermer eşiklerine varıyordu” (Y. Kadri, a.g.e., s.213).
Hülâsa-i kelâm; Hacı Bayrâm-ı Velî’nin Ankara’sı, Millî Mücadele’nin ruhuna ihânet eden Kemalistlerin işgaliyle böyle çirkinleştirilmişti.(ilbeyali@hotmail.com)