YALNIZLAR BAKANLIĞI
İnsanı, maddenin esaretine hapseden ve hazzın dipsiz kuyularına atan batılı ülkeler şimdilerde toplumsal sorunlarına çözüm bulmaya çalışıyorlar. Bunun en çarpıcı ve son örneklerinden biri ise yakın zamanda icat ettikleri “yalnızlar bakanlığı.” Önce İngiltere sonrasında Japonya yalnızlar bakanlığını kuran iki ülke oldu. Peki, neden böyle bir bakanlığa ihtiyaç duydular ve onları buna zorlayan şey neydi?
Önce
maddenin ve maddiyatın bağımlısı yapıldı insan. Daha lüks, daha konforlu ve
daha gösterişli bir yaşam oldukça cezbediciydi. Daha sonra haz odaklı yaşam
sevdirildi, insana. Dünyaya bir kez geliyoruz öyleyse yeryüzündeki tüm hazları
yaşamalıyız fikri, modern batının yeni inancıydı. Doyumsuz ve sadece bireyin
kendi duygularının tatminini önceleyen vahşi bir yaşam biçimiydi bu. Ve bu
çürütücü, yok edici haz arayışı tüm batı toplumlarına sirayet etti.
Maddenin boyunduruğuna ve hazzın esaretine sokulmuş
toplumlar, önce aile kurumunu feda ettiler. Parçalanmış ailelerde anne
babalarından mahrum büyüdü çocuklar ve çocukluk çağı biter bitmez ailesini terk
etme fikri aşılandı genç kuşaklara. Bu özgürlüğün kapısını aralamaktı onlar
için. Ailenin çöküşü, beraberinde hem biyolojik çöküşü hem de sosyal ilişkilerin
tükenişini getirdi.
Milyonlarca
insanı barındıran mega kentlerde, bir başına yaşanılan, sözüm ona modern bir toplum
inşa ettiler. İçinde tek bireyin yaşayabildiği 20-25 metre kareden ibaret
“kapsül evler” de bugün yalnızlar bakanlığını kuran Japonya’nın dünyaya
armağanıydı. Haber bültenleri ölen ve cesedi aylar sonra bulunan, ölen fakat
evlatları tarafından dahi sahiplenilmeyen ve defin işlemleri yapılmayan insanların
ibretlik sonlarını aktardı, modern batı şehirlerinden.
Oysan insan, yaratılış fıtratı gereğince yaşamak
için sadece havaya, suya ve besinlere değil diğer insanlara da ihtiyaç duyar.
Konuşmak, paylaşmak, etkileşim içinde olmak ister. Bir ailesi, en gizli
sırlarını dahi paylaşabileceği bir eşi, onu yaşama bağlayacak çocukları ve
hayatın zorluklarına karşı güvenebileceği akrabaları ve dostları olsun ister.
Aile içi bağların ve sosyal ilişkilerin, insanın yaşam doyumunu ve mutluluk
düzeyini artırdığını kanıtlayan yüzlerce araştırma var.
Sadece kendisi için yaşaması, daha iyi yaşamak için
de daha fazla para kazanması fikrine ek olarak haz odaklı yaşam alışkanlığı,
özellikle batılı ülkeler olmak üzere, küresel ölçekte toplumsal ve sosyal
sorunlara yol açtı. Öyle ki sadece Japonya’da bir yıllık süreçte intihar
nedeniyle yaşanan ölümlerin sayısı, koronavirüsün yol açtığı ölümlerden daha
fazla. Küresel ölçekte bakıldığında, toplumsal sorunların, intihar vakalarının,
antidepresan kullanımlarının, refah ve eğitim düzeyi yüksek fakat sosyal
ilişkileri ülkelerde daha yoğun olduğu görülebilir.
Son
zamanlarda medyada sıkça görülen ve gençlere dönük “aileni terk et”,
“akrabalarını terk et”, “arkadaşlarını terk et” şeklindeki mesajların arka
planında çocukları ve gençleri her türlü istismara açık hale getirme ve
toplumun temel dinamiklerini bozma fikrinin olduğu aşikâr. Kendi toplumlarını
yok eden ve insanının içini boşaltan bu hayasız akının hedefi bin yıldır hiç
değişmedi. İnançlarımızı, değerlerimizi, kültürümüzü, ailemizi ve çocuklarımızı
elimizden aldıklarında onların her türlü sömürüsüne açık hale geleceğiz. İşte
bu yüzden onların savaş halinde oldukları, yıkmaya ve bozmaya çalıştıkları bize
ait olan her ne varsa ona sahip çıkalım. İnancımızı, değerlerimizi, kültürümüzü
samimiyetle yaşayalım ve çocuklarımıza yaşatalım. Birbirimize sıkı sıkı
sarılalım ve bu “modern yalnızlığa” yenik düşmeyelim. Bu konuda Peygamberimiz
Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Müminler,
birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet ve şefkat göstermede, tıpkı bir
organı rahatsızlandığında diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateşle bu
acıyı paylaşan bir bedene benzer.” (B6011
Buhârî, Edeb, 27).
Vesselam…