Yangından geriye kalanlar bizimdir

Dünyanın doğadan uzak, insan eliyle yapılmış görüntülerini izlemek, sık sık ne kadar çirkin bir dünyada yaşadığımızı düşündürüyor.

Yaşama imkânlarının sınırlı olduğu yerlerdeki hayatların çevre biçimlemesi doğayla uyumlu, ama imkânlar ortalamaya yükselince iş değişiyor. Zira “gelişmiş” ülkelerin büyük şehirlerinin ve banliyölerinin kuşbakışı görünümlerinde, alacalı bir grilik ve toprağı eciş bücüş örten paslı tutamlar kayda geçiyor. Dünya nüfus yoğunluğunun konuşlandığı paslı grilikler bunlar.

Gücü simgeleyen katı mimari ve eskidikçe çürümüşlük izlenimi veren metropol görünümleri, artık “manzaralı ev” penceresinin süsü sayılıyor. Aşinalıktan ve alışmışlıktan doğan bu benimseyişin güzellikle hiçbir ilgisi yok hâlbuki. Temaşa algısı da tıpkı şehirler gibi değişime uğradığından güzellik tanımı, çirkinliğin bıçak sırtı konumunda, hepsi bu. Öyleyse, ahalinin çoğu aslında acımasızlığı kesin bir çirkinliğin muhatabı.

Avrupa rönesansının ardından şekillenen barok-rokoko anlayışı, Avrupa'nın kiliseler ve dinî mitlerle çerçevelediği sanatı, izafi güzelliğe taşımasının son merhalesi oldu. Ardından gelen modern sanat, söz konusu izafiyeti derinleştiriyor, sanayi toplumunun öncekilere göre biçim olarak bozuluşunu da yansıtıyordu. Bu akımlar Osmanlı dönemi 18. yüzyıldan itibaren kendini ağırlıklı olarak hissettirmişti. Batı'nın kendini yenileme endişesinden payımızı almasak da, sanatını hâkim güç olarak dayatma prensibinin altında ezilmiş görüntümüz, asimile meraklılarını ikna ediciydi.

Sanatı toplumdan uzaklaştırmakla, yücelterek ulaşılmaz hale getirişle mimarideki kırılma bütün katmanlara yayıldı. 

Modern zamanlardan bugüne sanat akışı, kuvvetli bir metacılık ekseninde yolculuğuna devam etti. Sanat eseri, yüksek fiyatlarla satılması gereken kişiye özel ürüne dönüştü.

Sanatı tüketim ve şöhretle özdeş kılan, kirli/çirkin imgeleri bir sanat teması olarak öne süren bu eksen, dışında kalamadığımız tekelci biçim hâkimiyeti dayatıyor hâlen. Artık bir gazete manşetinin bile sanat eseri olup olmayacağını tartışılabildiği zamanlardayken, mimari, cadde ve sokak tasarımı, sokak ve ev eşyaları, “kişiye özel ürünler”den doğan fikirlerle tekelleşiyor. Bazı ev ihtiyaçlarının topyekûn alındığı, tasarımı ucuza satan market zincirleri, bunun en tipik örneği…

Ve biz her tür yayılımdan payımızı almaya devam ediyoruz. Balkonsuz evden balkonluya, ahşaptan betona, müstakilden apartmana, apartmandan rezidansa, plazadan gökdelene böyle geçiş yaptık. Her geçiş bir yıkım demekti. Bu yıkımlar ise tıpkı eski İstanbul yangınları gibiydi. Yangın başladığında yanlıca ahşap döşeme ve duvarları değil, her tür eşyayı, hatıraları ve alışkanlıkları da yok ediyordu. Bu harabattan elimize kalanlar ise, öze dair nemiz varsa onun bir parçasıydı, bizimdi.

Çirkinlik ya da konserve yaşantı kimseyi mutlu etmez, fakat kendini kaptırmışlık duygusu, maddi getiriler ve güç yarışı bunu anlamamıza engel olur. İtici olan hayatın merkezine yerleşiverir. Bugün yaşadığımız çelişkinin arka planı tümüyle bu. Dünyevileşme beraberinde gelen güç gösterisi içerikli genellemeler, her gün daha cazip hale geliyor.

Çoğu şehirde ya da metropolde doğal ortamdan anlaşılan doğal süsü verilmiş yapay “çimlendirme” oluyor. Şehre özgü bahçeler kaybolduğundan beri -ki bizde çok yeni olmasına rağmen çok hızlı gelişen bir mesele- peysaj yeşillikler samimiyetsiz olsa da hiç olmamasından iyidir diye düşünmek zorunda kalıyoruz. Çünkü günümüzde doğal olan en maliyetli olan demek ve maliyet her tür listenin başına yazılan en önemli gerçek.

Şu aralar göç dalgaları ile boğuşan, sınır savaşlarına bizzat tanıklık eden bir coğrafyanın parçası olmak, millî alanlardaki biçim özgünlüğüne ya da şehirlerin çirkinliklerine dair sorgulamalarımızı nispeten öteliyor. Ve sanat gibi “gereksiz pahalı” meseleleri ideolojik propagandalara adamak daha anlaşılabilir geliyor nedense. Bugüne dair şehirlerin ve içindeki hayatların en azından biçim özgünlüğüne kafa yormak yerine devşirilmiş ve basmakalıp İtalyan mimarisi (barok-rokoko esintili) giydirilmiş binaların doldurduğu ince kat cila atılmış caddeleri seviyoruz. Ve hiç tereddütsüz “böyle de oldu” diyor, bugünü kotarıyoruz.

Hiç sömürgeleşmediği halde, kadim karakteristiğinin sömürülmesine ve yok edilmesine bu kadar gönüllü başka bir millet olmasa gerek… Dünyanın çilelerine hassasiyetle yaklaşanlar, başka topraklarda hayatta kalmanın lüks sayıldığını bilenler, buna rağmen israfa muhalefet konusunun çözümsüzce sarpa sardığını görenler, bu gidişatı tenkit etmekte zorlanıyor. Onun için şehir ve kent kimliğimizde son yıllarda meydana gelen sakıncalı sapmaların yöneticilerimizin gündemine düşmüş olması, umudumuzu tazelemeye yetiyor. Gelecek güzel haberleri bekliyoruz.