Yanlışlanırken Doğrulmak: Z Kuşağına Tebessüm
Bir düşünce, eleştiri ve yanlışlanmaya kapalı ise orada gaye olarak güdülen gerçeğin dışında bir amacın, gündemin veya zihniyetin varlığından şüphe duymak gerekir. Bu ilimci bir zihniyet ve yöntem olarak hayatın içerisinde muhatabı olduğumuz yahut maruz kaldığımız pek çok fikir, yapı ve hareket için dikkatle düşünülmesi gereken bir husustur, diye düşünüyoruz. Eleştiri, yanlışlama ve şüphe. Şüphe varlıktan değil onu düşünen aklımızın kurgularından, eleştiri kendimize oynadığımız bencil oyunlara ve yanlışlama doğru diye dayatılanların temellerine bakarak anlama çabasına karşı duran yamukluğa…
Sartre, varoluşu özün
önüne koyarken hayatın renkliliği içinde değişkenliği ve mantıkçı bir özcülüğü
yadırgar. Tercihlerimiz hayat içindekiliğimizdir. Burada varoluş yani hayat
içindeki oluşumuz konusunu düşünürken eylemlerimiz/amellerimizin ona yol veren
özün şahidi olduğunu düşünmek yanlış olmayacaktır. Bu bakımdan amellerimiz
hayatı var ederken öze de sadakat yahu sapma tam burada gözlenir. Tersten
bakarsak öze samimiyetsizliğimiz yahut hakikate sırt dönüşümüzün de miyarı
amellerdir. İşte eleştiri ve yanlışlanabilme burada devreye giremiyorsa özün
kabuklaşmış, içi geçmiş yahut boşalmış gelenek kostümü içerisindeki
başkalaşmışlığı/bayağılaşmışlığı bize özün bizzat kendisi gibi sunularak
aklımız ve amellerimiz bir similasyona ve kurguya maruz kalabilir. Sartre’den
mülhem başladığımız düşüncede geldiğimiz yer varoluşumuz yani amel ve
eylemlerimiz öz/kök/tarih her ne ise onun ne olduğunun ana belirleyicisidir.
Özün masum, mukaddes ve muazzez olması bizim eylemlerimizdeki samimiyetsizliği/yamukluğu
görmemize bir maske ve sihir olmamalıdır. Tenkit ve yanlışlama bir ilimci
yaklaşım olarak hayatımız içerisinde yozlaşmalara ve çürümelere karşı bu
bakımdan önemlidir. Hiç kimse elinin
emeğinden daha hayırlı bir şey yememiştir…
Wittgenstein ikinci
devresi Felsefi Soruşturmalar döneminde
dil oyunları metaforunu kurarken öz meselesine dolaylı bir yaklaşım ile
varoluşu bu dil oyunları yani iletişim bağlamları üzerinde hayatta var edilen
üzerinden okur. Her kültür öznel bir dil oyunları mecmuasıdır. Özde olanlar
dilde aşikâr olur, amelde izlenir. Bu yolla O, hem kültürel tek tipleş(tir)me
hem de uzlaşma bakımından bu oyunlar yani ifade ve anlaşma sistemleri üzerinden
lafızlara verdiğimiz mananın hayatımızın esasındakini gösterdiğini söyler. Bu
bakımdan bir öze/kültür koduna intisabımız ona dair kurduğumuz dil oyununun/ifade
dünyasının şeyliğince bir şeydir. Manipülatif bir ajitasyona öze dair bir
kostümü giydirmek bizi zahirde özcü ama batınca yoz kılar. Bu bakımdan toplum
içerisinde kurulan dil oyunlarınca oluşan sosyolojik kampları yöneterek yüksek
kavramlar üzerinden bir mantık ile iktidar kurmaya çalışmak olsa olsa bir çıkar
oyunu olacaktır. Demagoglar bu kurgu oyununun hayattaki dramaturglarıdırlar.
Fikir görünümlü propaganda ile muhakeme kostümlü demagojinin ustaları hem
çeşitliliği hem de uzlaşmayı tenkit ve yanlışlama uzağında bir yerde
betonlaştırırlar. Bu süreçte söylem ve eylem bağı koparken öz ile amel
arasındaki irtibatta da o ölçüde madunlaşacaktır. Dolayısıyla varoluşun
makuliyeti amelin ve dilin eleştiri ve yanlışlamaya açık bir çerçevede üzerine
konuşulamazları olmayan ve sabiteleri tahrip edilmemiş değişkenlere mahkûm
olunmayan bir zeminde gerçekleşecektir. Dillerinizin
yalan yere nitelendirmesi dolayısıyla şuna helal, buna haram demeyin. Çünkü
Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah'a karşı yalan uyduranlar
kurtuluşa ermezler.
İşte tam burada
Foucault’un “iktidar” dayatmasına yol açan söylem üzerinden varoluş ve dil
oyunlarına baktığımızda süreklilik kavramının da sihrine dikkatle yaklaşmak
gereği aşikâr olur. Zira bu da kurgucu manipülasyonun araçlarındandır. Kökler
ve özün meşrulaştırıcı ve mutabakat oluşturan doğası ve sembollerine dayanarak
sürekliliğin parçası iddiasında olunması da başka bir akıl kayması/kurgu/manipülasyon
olabilir. Sartre’ın kötü inanç dediği seçeneksizlik sanrısı ve bu konuda
kendine bile yalanlar söylenmesi insanı varoluş sorumluluğundan yani inşa edici
eylemin mesuliyetini yüklenmekten alı koyar. Payımıza düşenin, kader olanın bu
olduğu böyle gelenin böyle gideceğine dair bu kötü inanç tercihlerimizin var
olacağa dair sorumluluğumuz olduğunun körlüğüdür. Buradaki varoluş kastımız
insanın eylemlerinin tanrısı olmaktan ziyade mesuliyetinin sahibi olması
manasındadır. Hür iradenin süreklilik ve öz söylemi kurgusunda bizden
uzaklaşması insan olmamızın esasının da elimizden alınması değil midir? İşte
burada tarihteki kırılmaların zihnimiz ve dilimizdeki değişimler olduğu yani
kendimizi değiştirmemiz manasında algılanması olarak Foucalutcu bakış yeni dil
oyunları yani mutabakat zeminleri ile toplumun ya da insanlığın farklı
mecralarda yollarının olabileceğini düşündürmektedir. Her dil oyunu bir dil ve
ifade kümesi olarak gerçeklik iddiasındaki bir çerçeveyi oluşturur. Bir bakıma
öze dair güncelleme olarak her yeniden ifade tazelenmesi, inşası yaşadığında,
hayat farklı bir gerçekle özün o değerli esaslarını yeniden yaşatmaya başlar. Öte
yandan ise bu gerçekliğin tek ve son iddiacısı olma baskısıyla hayatı tek
tüzeleştirebilir de. Eleştiri ve yanlışlanma işte Foucaultcu süreksizlik
anlayışı ile birleştiğinde insan düşüncesi ve eyleminin yorulduğu yerde
statükonun ötesine geçmeyi mümkün kılan imkânları sağlayabilecek gözükmektedir.
Gelenekli olmak ve süregiden bir sürecin sürekliliğinde devam etmek kültür için
hayatidir lakin bir iktidar aparatı haline gelen dil oyunları ve amel
taklitleri üzerinden varoluş hali öze yani ilkeye ve bütüne değil anın çıkar
değirmenine su taşımaktan öte mana ifade etmez.
Sabitelerini yitirmiş ve pergelin rüzgâra göre değişen ayağının
oraya buraya kaydığı zamanlarda kültür ve medeniyetin hayata değer katmak bir
yana insanı kendine ve hayata yabancı kılmak ötesinde bir tesiri kalmaz. Kurgudan
gerçeğe tarihe, güne ve geleceğe mensubiyete yakışır mesuliyet ve akılla
mümkündür. Aliya’nın tespiti ile bitirelim; Bizim üstatlarımız diyorlar ki: 'Bizde eleştiri yok itaat var!' Üstat
diyorsa şurası siyah, siz de diyeceksiniz ki evet siyah, siyah olmasa bile
bunda bir hikmet var... Bu din putlarla savaşmak için geldiği halde, şimdi put
üretiyor." Peki, neden böyle düşünmeye ve konuşmaya cesaretimiz var
mı? Böyle delici sorular soracak bir tenkit ve yanlışlama zihniyetimiz var
mıdır? Hz. Ömer gibi “yediğimiz putların” hesabına varabilecek miyiz?
Üzerine
konuşulamayanlar özüne varılamayanlardır. Her sakallı da dedemiz değildir!
Vesselam.