VF kat sol
VF kat sağ

02 Haziran 2021

​Yanlışlanırken Doğrulmak: Z Kuşağına Tebessüm

Bir düşünce, eleştiri ve yanlışlanmaya kapalı ise orada gaye olarak güdülen gerçeğin dışında bir amacın, gündemin veya zihniyetin varlığından şüphe duymak gerekir. Bu ilimci bir zihniyet ve yöntem olarak hayatın içerisinde muhatabı olduğumuz yahut maruz kaldığımız pek çok fikir, yapı ve hareket için dikkatle düşünülmesi gereken bir husustur, diye düşünüyoruz. Eleştiri, yanlışlama ve şüphe. Şüphe varlıktan değil onu düşünen aklımızın kurgularından, eleştiri kendimize oynadığımız bencil oyunlara ve yanlışlama doğru diye dayatılanların temellerine bakarak anlama çabasına karşı duran yamukluğa…

Sartre, varoluşu özün önüne koyarken hayatın renkliliği içinde değişkenliği ve mantıkçı bir özcülüğü yadırgar. Tercihlerimiz hayat içindekiliğimizdir. Burada varoluş yani hayat içindeki oluşumuz konusunu düşünürken eylemlerimiz/amellerimizin ona yol veren özün şahidi olduğunu düşünmek yanlış olmayacaktır. Bu bakımdan amellerimiz hayatı var ederken öze de sadakat yahu sapma tam burada gözlenir. Tersten bakarsak öze samimiyetsizliğimiz yahut hakikate sırt dönüşümüzün de miyarı amellerdir. İşte eleştiri ve yanlışlanabilme burada devreye giremiyorsa özün kabuklaşmış, içi geçmiş yahut boşalmış gelenek kostümü içerisindeki başkalaşmışlığı/bayağılaşmışlığı bize özün bizzat kendisi gibi sunularak aklımız ve amellerimiz bir similasyona ve kurguya maruz kalabilir. Sartre’den mülhem başladığımız düşüncede geldiğimiz yer varoluşumuz yani amel ve eylemlerimiz öz/kök/tarih her ne ise onun ne olduğunun ana belirleyicisidir. Özün masum, mukaddes ve muazzez olması bizim eylemlerimizdeki samimiyetsizliği/yamukluğu görmemize bir maske ve sihir olmamalıdır. Tenkit ve yanlışlama bir ilimci yaklaşım olarak hayatımız içerisinde yozlaşmalara ve çürümelere karşı bu bakımdan önemlidir. Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir şey yememiştir…

Wittgenstein ikinci devresi Felsefi Soruşturmalar döneminde dil oyunları metaforunu kurarken öz meselesine dolaylı bir yaklaşım ile varoluşu bu dil oyunları yani iletişim bağlamları üzerinde hayatta var edilen üzerinden okur. Her kültür öznel bir dil oyunları mecmuasıdır. Özde olanlar dilde aşikâr olur, amelde izlenir. Bu yolla O, hem kültürel tek tipleş(tir)me hem de uzlaşma bakımından bu oyunlar yani ifade ve anlaşma sistemleri üzerinden lafızlara verdiğimiz mananın hayatımızın esasındakini gösterdiğini söyler. Bu bakımdan bir öze/kültür koduna intisabımız ona dair kurduğumuz dil oyununun/ifade dünyasının şeyliğince bir şeydir. Manipülatif bir ajitasyona öze dair bir kostümü giydirmek bizi zahirde özcü ama batınca yoz kılar. Bu bakımdan toplum içerisinde kurulan dil oyunlarınca oluşan sosyolojik kampları yöneterek yüksek kavramlar üzerinden bir mantık ile iktidar kurmaya çalışmak olsa olsa bir çıkar oyunu olacaktır. Demagoglar bu kurgu oyununun hayattaki dramaturglarıdırlar. Fikir görünümlü propaganda ile muhakeme kostümlü demagojinin ustaları hem çeşitliliği hem de uzlaşmayı tenkit ve yanlışlama uzağında bir yerde betonlaştırırlar. Bu süreçte söylem ve eylem bağı koparken öz ile amel arasındaki irtibatta da o ölçüde madunlaşacaktır. Dolayısıyla varoluşun makuliyeti amelin ve dilin eleştiri ve yanlışlamaya açık bir çerçevede üzerine konuşulamazları olmayan ve sabiteleri tahrip edilmemiş değişkenlere mahkûm olunmayan bir zeminde gerçekleşecektir. Dillerinizin yalan yere nitelendirmesi dolayısıyla şuna helal, buna haram demeyin. Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa ermezler.

İşte tam burada Foucault’un “iktidar” dayatmasına yol açan söylem üzerinden varoluş ve dil oyunlarına baktığımızda süreklilik kavramının da sihrine dikkatle yaklaşmak gereği aşikâr olur. Zira bu da kurgucu manipülasyonun araçlarındandır. Kökler ve özün meşrulaştırıcı ve mutabakat oluşturan doğası ve sembollerine dayanarak sürekliliğin parçası iddiasında olunması da başka bir akıl kayması/kurgu/manipülasyon olabilir. Sartre’ın kötü inanç dediği seçeneksizlik sanrısı ve bu konuda kendine bile yalanlar söylenmesi insanı varoluş sorumluluğundan yani inşa edici eylemin mesuliyetini yüklenmekten alı koyar. Payımıza düşenin, kader olanın bu olduğu böyle gelenin böyle gideceğine dair bu kötü inanç tercihlerimizin var olacağa dair sorumluluğumuz olduğunun körlüğüdür. Buradaki varoluş kastımız insanın eylemlerinin tanrısı olmaktan ziyade mesuliyetinin sahibi olması manasındadır. Hür iradenin süreklilik ve öz söylemi kurgusunda bizden uzaklaşması insan olmamızın esasının da elimizden alınması değil midir? İşte burada tarihteki kırılmaların zihnimiz ve dilimizdeki değişimler olduğu yani kendimizi değiştirmemiz manasında algılanması olarak Foucalutcu bakış yeni dil oyunları yani mutabakat zeminleri ile toplumun ya da insanlığın farklı mecralarda yollarının olabileceğini düşündürmektedir. Her dil oyunu bir dil ve ifade kümesi olarak gerçeklik iddiasındaki bir çerçeveyi oluşturur. Bir bakıma öze dair güncelleme olarak her yeniden ifade tazelenmesi, inşası yaşadığında, hayat farklı bir gerçekle özün o değerli esaslarını yeniden yaşatmaya başlar. Öte yandan ise bu gerçekliğin tek ve son iddiacısı olma baskısıyla hayatı tek tüzeleştirebilir de. Eleştiri ve yanlışlanma işte Foucaultcu süreksizlik anlayışı ile birleştiğinde insan düşüncesi ve eyleminin yorulduğu yerde statükonun ötesine geçmeyi mümkün kılan imkânları sağlayabilecek gözükmektedir. Gelenekli olmak ve süregiden bir sürecin sürekliliğinde devam etmek kültür için hayatidir lakin bir iktidar aparatı haline gelen dil oyunları ve amel taklitleri üzerinden varoluş hali öze yani ilkeye ve bütüne değil anın çıkar değirmenine su taşımaktan öte mana ifade etmez.

Sabitelerini yitirmiş ve pergelin rüzgâra göre değişen ayağının oraya buraya kaydığı zamanlarda kültür ve medeniyetin hayata değer katmak bir yana insanı kendine ve hayata yabancı kılmak ötesinde bir tesiri kalmaz. Kurgudan gerçeğe tarihe, güne ve geleceğe mensubiyete yakışır mesuliyet ve akılla mümkündür. Aliya’nın tespiti ile bitirelim; Bizim üstatlarımız diyorlar ki: 'Bizde eleştiri yok itaat var!' Üstat diyorsa şurası siyah, siz de diyeceksiniz ki evet siyah, siyah olmasa bile bunda bir hikmet var... Bu din putlarla savaşmak için geldiği halde, şimdi put üretiyor." Peki, neden böyle düşünmeye ve konuşmaya cesaretimiz var mı? Böyle delici sorular soracak bir tenkit ve yanlışlama zihniyetimiz var mıdır? Hz. Ömer gibi “yediğimiz putların” hesabına varabilecek miyiz?

Üzerine konuşulamayanlar özüne varılamayanlardır. Her sakallı da dedemiz değildir! 

Vesselam.