25 Aralık 2017

Yitik şehir

Sosyologlar kentleri bir gelişme çizgisiyle açıklamayı yeğlerler. Kent tanımında kullanılan ölçütlerin değişebileceği ortadadır. Fakat hemen hepsinde köylerin nüfus, teknoloji, ordu, meslekî uzmanlaşma, müesses dinî kurumlar (ruhbanlar ve tapınaklar), pazar, kale, yazının kullanılması (kayıt sistemi) ve bilim gibi faktörlerle dönüşmesinden bahsedilmektedir.

“Köylerin belli faktörlerin etkisiyle kente dönüştüğü” düşüncesinin bir nedeni olmalıdır. Sanırım bu, insanlığın Âdem ve Havva'dan başlatılması zaruretinin bir neticesi olarak ortaya çıkar. Örneğin Rousseau, “Bütün toplumların en eskisi ve tek doğal olanı aile topluluğudur. Burada çocuklar bakılmak, korunmak gereksinimlerinde oldukları sürece babaya bağlı kalırlar” (Jean Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, TİB Kültür Yayınları, 2015: 4) demekte, Âdem – Havva ile kurulan ilk aileye işaret etmektedir. Ne var ki aşağıda göreceğimiz gibi, bu düşüncesini doğal toplum hakkında yazdıklarıyla bağdaştıramamıştır.

Âdem ve Havva'nın kurduğu ilk topluma ait karyenin olsa olsa ‘köy' sayılabileceği düşünülmüştür. Ancak Kur'an'ın Kâbe'nin bulunduğu beldeye ‘Ümmü'l-Kurâ' demesi (6 Enam 92; 42 Şura 7) sosyologların izahlarının zayıf kalmasına yol açmaktadır.

Kâbe'nin küb olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Hz. Âdem'in dil, mantık, matematik, geometri öğretilerek yeryüzüne indiği ve daha tarım yokken kurduğu toplumun merkezine ibadethâneyi yerleştirdiği ifade edilebilecektir.

Hz. Âdem'in etrafında henüz Havva'dan başka bir insan / toplum yokken Kâbe'yi inşa etmesini modern bilgi kuramıyla düşünen entelektüellerin yadırgaması gerektiği ortadadır. İlk insanın Allah'tan aldığı bilgi, toplum (aile) büyüdükçe ve ihtiyaçlar ortaya çıktıkça açılmış, basitten bileşiğe evrilmiştir. Düz ve yüksek duvar örmek için şakül gerektiğini, diklik sapmasından ancak böyle korunulacağını söyleyebiliriz.

Bir dönem gelmiş, Mekke'nin şehir olduğu unutulmuştur. Kâbe'nin yıkılmış olduğu bu devirde, baba ve oğlunun Beyt'i yeniden inşa ettikleri hususu da dikkatle düşünülmelidir. “O vakit İbrahim ve İsmail Kabe'nin temel duvarlarını yükselttiler de Rabbimiz dediler, bu evi yaptık, sen kabul et.” (2 Bakara 127). Uzak diyarlardan gelip çölün ortasında bir ‘Küb' inşa eden bu iki adam ‘Yitik Şehir Mekke'yi yeniden tarihe çıkarmaktadır.

Sonra Hz. İsmail ve Hacer'in Beyt'in gölgesinde ikamet etmeye başladığını görüyoruz. Çölde ana ve oğlundan başka kimse yoktur. Böylece anlıyoruz ki, İslâm şehir teorisi, göçebelikten hadâriliğe ya da köyden kente evrilen toplumlarla ilgili değildir. 

Âdem'e öğretilen bilgi, melekleri secde etmeye mecbur bıraktığına göre ilk insan, Rousseau'nun “Onu, doğanın elinden çıkmış olması gerektiği gibi düşünerek, kimi hayvanlardan daha zayıf, kimi hayvanlardan daha az çevik ama bütünüyle alınırsa yapısı hepsinden daha uygun ve elverişli bir hayvan olarak görüyorum” dediği varlık olamaz (Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, Say Yayınları, 1982: 106). Filozof Âdem'in konuştuğu dilin ve kullandığı kelimelerin kaynağını açıklayamaz.

Rousseau'ya göre ilk insan “Meşe ağacının altında karnını doyuran, rastladığı derede susuzluğunu gideren, kendisine yemeğini sağlamış olan aynı ağacın dibinde yatağını bulmuş” biridir (Rousseau, 1982: 106). Oysa işte şimdi Hacer ve İsmail, Beyt – Ev'in  yanındadır. Rabb onlara şarab-ı tahur (temiz ve helâl içecek) içirmektedir.

“Madem ki Cennet, istenen, arzu edilen, düşünülen ve düşünülmeyen bütün nimetlerin sergi alanı gibiydi” (Sezai Karakoç, Yitik Cennet, Diriliş Yayınları, 2012: 20), o halde Âdem'in yeryüzündeki varoluş mücadelesini insanlıktan düşmüş bir varlığın vahşilikte debelenmesi olarak görmemek gerekirdi. O, kendisine Allah tarafından bahşedilmiş bilgiyle yeryüzüne şehir inşa etmek için gönderilmişti. Bu nedenle kurulan ilk şehre “el-beledî'l emin Mekke” denildi: “Ve hâzâl beledil emîn” (95 Tîn 3).

Âdem'in evlatlarıyla kurduğu ilk toplumun nasıl olup da alabildiğine geniş topraklara dağılmadığı sorusunun cevabı, zikri geçen ‘şehir' düşüncesinde barınmaktadır. Rousseau'nun sözleşme ile açıkladığı ilk toplum tasavvurunu geçersiz bırakan bir şehir, evlatlarının Hz. Âdem'in etrafında halkalanmasının gerekçesi oldu: “Kim oraya girerse, güvenlik içinde olur - vemen dehalehû kâne âminâ” (3 Âl-i İmrân 97). Filozofa göre ise ilk insanlar “hayvanlar arasında dağınık bir halde yaşamakta”dır (Rousseau, 1982: 109).

Âdem, düşmekle cenneti yitirmişti; ama düşmek, meshedilmek, insanlığı kaybetmek, ‘iki ayaklı hayvana dönüşmek' olmamıştır.    

Tevbe edip, misâkını yenilediği ilk andan itibaren, ilahi siteyi gerçekleştirmeye, Hakkın medeniyetini ebedîleştirmeye koyuldu. Âdem'e göre “bir şehir inşa edilmeli, bu şehrin emin belde / beledil emîn olduğunu kamu âlem bilmeli, fazıl yol göstericinin etrafında toplanıp fahşa, münker ve bağyden muhafaza eden dünya kurulmalıydı.”

Anlıyoruz ki şehir, toplumlar / zamanlar / uygarlıklar / kültürler üstü bir tasarımdır. O, insanın tevbesinin ve Allah ile misâkının, emniyet arayışının beldesi olarak ortaya çıkmıştır.

Kabil mücrim olarak şehirden ayrıldı. Hobbes, doğal insanın sadece saldırmak ve savaşmak peşinde koştuğunu iddia etmektedir (Rousseau, 1982: 108). Güçlülerin kararıyla nice köyler, kentler (kaleler, nüfusla yoğunlaştırılmış üretim/tüketim merkezleri) kuruldu. Taş ve mermer ağır bloklar, emeğin etlerini ve kemiklerini ezerek, iğdiş ederek yüksek tepelere taşındı.

İnsanlık ilerlemiyor. Şehri yitirdiğinden beri, bocalıyor, sürçüyor, telef oluyor.

Yitik şehri arıyacağız. Yola çıkalım.