28 Temmuz 2022

"Yitirilen Dünya"

Başrolünü Münir Özkul’un oynadığı 1993 yılında yapılmış bir film: Yitirilen Dünya

Filmin tamamını izleme imkânını bulamadım, ancak on yedi dakikalık bölümüne internette rast gelip izledim.

               

Saffet Usta eski bir köşk ustasıdır. Ne sebeple olduğunu bilmiyoruz ancak otuz beş yıldır Akıl Hastanesinde yatmaktadır. Saffet usta hastanede tedavi gördüğü uzun yıllar boyunca köşk maketleri yapmakta, bu şekilde mesleğini sürdürdüğünü sanmaktadır. Otuz beş yıl sonra hastaneden taburcu edilir Saffet Usta. Hastaneden çıkar çıkmaz Erenköy’ün yolunu tutar, ancak gördükleri karşısında büyük bir sarsıntı yaşayacaktır.  

 

                Saffet Usta yıllarca çok sayıda köşk yaptığı Erenköy’ü, Feneryolu’nu, Göztepe’yi tanıyamaz. Tesadüf ettiği kimselere Erenköy’ün yolunu sorar, “Burası Erenköy…” cevabını alır. Ardından istihzalar gelir: “Deli mi ne, Erenköy’de Erenköy arıyor?” Üzerine kurulduğu toprakta iğreti durmayan, onu tezyin eden el emeği, göz nuru birer sanat eseri olan ahşap köşklerin yerinde yeller bile esememektedir. Zira onların yerinde çok katlı beton apartmanlar yükselmiştir. Saffet Usta şaşkındır. O güzelim evlere ne olmuştur, bu beton yığınları nereden çıkmıştır?

 

                Saffet Usta sokakta karşılaştığı bir kişiye, çok katlı bir beton apartmanı işaretle sorar: “Af edersiniz, burada oturuyorlar mı?” Adam, “Sizde biraz var mı? Tabii ki oturuyorlar, süs için yapılmadı ya?” diye mukabele eder. Saffet Usta hayretler içinde mırıldanır: “Deli mi bunlar?”

 

                Sonra köşk yıkıntılarına rastlar Saffet Usta, neden yıkıldığına bir türlü anlam veremez. Derken ahşap köşklerin, evlerin yıkıldığına şahit olur. “Neden yıkıyorsunuz, yerine bu taş yığınlarından mı yapacaksınız” diye sorar, “Yaralı, yaraları sızlıyor, duymuyor musunuz, hissetmiyorsunuz?” diye feveran eder. Yıkımı yöneten zat işçilere seslenir: “Çekin deliyi be!”  Saffet Usta işlenen cinayet karşısında ne yapacağını şaşırır. Ancak dilinden “Korkuyorum sizden!” sözleri dökülür.

 

                Saffet Usta gördükleri karşısında dehşete kapılmış olarak İstanbul Akıl Hastanesi’nin kapısına dayanıp feryat eder: “Beni içeri alın!” Dışarıda gördüğü dünya karşısında  akıl hastanesi  onun için bir sığınaktır.

 

                Ülkemizde böylesi meseleleri işleyen, sorgulayan, yitip giden değerleri gündeme getiren film çekilmesi nadirattandır. Her sahada olduğu gibi sinemamızda da daha çok kadim değerlerin yerilmesi, yıkılıp yok edilmesi ana fikri oluşturur.  Eskiye dair ne varsa milletimizin ayaklarına bağlanmış paslı birer prangadır. Onlardan kurtulmak ilerleme yolunda adımlarımızı hızlandıracaktır. Temel motivasyonumuz gelişmek/ilerlemek olunca eski itiyatlarımızdan, mekânlarımızdan, eşyalarımızdan kısacası hayat tarzımızdan vazgeçmek kaçınılmazdır.

 

                Öyle de oldu, geçmişten getirdiğimiz ne varsa bir mirasyedi aceleciliği ile saçıp savurduk. Değişim/ilerleme yolunda takibe/taklide kalkıştığımız Batıyı çok gerilerde bıraktık. Onlar eskiyi koruyarak değişirken biz ne idiğümüzü, nereden geldiğimizi bize hatırlatacak her şeye düşman kesildik. Geçmiş kültür ve değerlerimiz bizim sabıkamız gibiydi, onu görünmez kılmak için elimizden ne geliyorsa ardımıza koymadık.

                Kadim zamanlarda evin coğrafyaya, iklime, insana, onun değerlerine, kültürüne uygun olarak, en kolay bulunabilen malzemeden en iktisatlı şekilde yapıldığını anlıyoruz. Ülkemizde kıyıma uğramadan günümüze erişebilmiş yapılara baktığımızda, malzemesi ve mimari karakterinin bulunduğu bölgeyle uyumlu olduğunu, o yörenin insanının değerleri ve kültürüne göre şekillendiğini görmekteyiz. Eski zamanlarda ev bazen ahşaptan, bazen topraktan, bazen taştan, bazen keçi kılından yapılır, bazen de bunların ahenkli bir izdivacıyla inşa edilmiştir. Anadolu’nun farklı yerlerinde taş ve ahşap yapıları ya da taş ahşap ve kerpicin imtizacından doğan mimari üslubu, asırları devirerek günümüze ermiş ve hâlâ yaşamaya direnen yapılarda görebilmek mümkündür. Ancak para hırsının insanların idrakini yok ettiği bu zamanda, daha ne kadar ayakta kalabileceklerdir, kestirmek oldukça güçtür.

 

                Ev dediğimiz şey Nihat Sami Banarlı’nın işaret ettiği gibi, yazın girilip serinlenilen, kışın ısınılan, dinlenilen hatta çalışılan, “göçer evlü”lerin yanlarına alıp göçtükleri meskenlerdir. Orada sükûn bulur insan; onun için mesken denilir onlara. “Ev… Çocukluğumda ve bugün hâlâ bir yere gitmek için kapısından ayrılırken hasretini duyduğum bu aziz yuvanın adıydı. Ev hasreti vatan hasreti gibi bir şeydi.” diyor Banarlı. Bu cümleler bugün için bir mana ifade etmiyor ama belli bir yaşın üstündeki insanlarımıza bu sözleri söylesek, gönüllerinin derinliklerinde muhakkak bir harelenme meydana gelecek, evlerin apartman, konut, park, plaza olmazdan evvelki sıcaklığının ruhlarına bıraktığı izleri tahattur edeceklerdir.

 

                “Yitirilen Dünya”da “ev” denilen şeyin tam olarak neye tekabül ettiğini kavramak gerek.           Cengiz Bektaş  “Türk Evi” adlı kitabının girişinde yaşlı bir usta ile görüşmesinden söz eder. Ona “İş size nasıl gelirdi. Yapılacak işi nasıl tasarlardınız?” diye sorar. Ustanın anlattığına göre ev yaptırmak isteyen kişi, bulduğu ustanın evine bir çuval buğday gönderirmiş. Usta işi kabul ederse çuvalı alıkoyar, yoksa iade edermiş. Ardından usta ve ev yaptıracak kişinin aileleri arasında gidip gelmeler başlarmış. Usta evini yapacağı aileyi iyice tanır, onların ihtiyaçlarını öğrenir, ev yaptıracak kişi gerekirse ustaya örnek bir yapıyı gösterirmiş.

               

                Cengiz Bektaş yaşlı ustaya sorar: “Ya kötü bir örnek gösterirse?” Ustanın cevabı manidardır: “Göstereceği kötü bir şey yoktu ki…”

 

                Yitiğimizi bulmak için önce neyi kaybettiğimizi bilmeliyiz. Biz, millet olarak ne yazık ki yitiğimizin farkında değiliz de korkarım ki bu gidişle yiten asıl şey, millet olma hususiyetimiz olacaktır.

 

                Vesselâm!