"Yitirilen Dünya"
Başrolünü Münir Özkul’un oynadığı 1993 yılında yapılmış bir film: Yitirilen Dünya
Filmin
tamamını izleme imkânını bulamadım, ancak on yedi dakikalık bölümüne internette
rast gelip izledim.
Saffet Usta eski bir köşk ustasıdır. Ne sebeple olduğunu bilmiyoruz
ancak otuz beş yıldır Akıl Hastanesinde yatmaktadır. Saffet usta hastanede
tedavi gördüğü uzun yıllar boyunca köşk maketleri yapmakta, bu şekilde
mesleğini sürdürdüğünü sanmaktadır. Otuz beş yıl sonra hastaneden taburcu edilir
Saffet Usta. Hastaneden çıkar çıkmaz Erenköy’ün yolunu tutar, ancak gördükleri
karşısında büyük bir sarsıntı yaşayacaktır.
Saffet Usta yıllarca çok sayıda
köşk yaptığı Erenköy’ü, Feneryolu’nu, Göztepe’yi tanıyamaz. Tesadüf ettiği kimselere
Erenköy’ün yolunu sorar, “Burası Erenköy…” cevabını alır.
Ardından istihzalar gelir: “Deli mi ne, Erenköy’de Erenköy arıyor?”
Üzerine kurulduğu toprakta iğreti durmayan, onu tezyin eden el emeği, göz nuru
birer sanat eseri olan ahşap köşklerin yerinde yeller bile esememektedir. Zira
onların yerinde çok katlı beton apartmanlar yükselmiştir. Saffet Usta
şaşkındır. O güzelim evlere ne olmuştur, bu beton yığınları nereden çıkmıştır?
Saffet Usta sokakta karşılaştığı
bir kişiye, çok katlı bir beton apartmanı işaretle sorar: “Af edersiniz, burada oturuyorlar
mı?” Adam, “Sizde biraz var mı? Tabii ki oturuyorlar, süs için yapılmadı ya?” diye
mukabele eder. Saffet Usta hayretler içinde mırıldanır: “Deli mi bunlar?”
Sonra köşk yıkıntılarına rastlar
Saffet Usta, neden yıkıldığına bir türlü anlam veremez. Derken ahşap köşklerin,
evlerin yıkıldığına şahit olur. “Neden yıkıyorsunuz, yerine bu taş
yığınlarından mı yapacaksınız” diye sorar, “Yaralı, yaraları sızlıyor,
duymuyor musunuz, hissetmiyorsunuz?” diye feveran eder. Yıkımı yöneten
zat işçilere seslenir: “Çekin deliyi be!” Saffet Usta işlenen cinayet karşısında ne
yapacağını şaşırır. Ancak dilinden “Korkuyorum sizden!” sözleri dökülür.
Saffet Usta gördükleri
karşısında dehşete kapılmış olarak İstanbul Akıl Hastanesi’nin kapısına dayanıp
feryat eder: “Beni içeri alın!” Dışarıda gördüğü dünya karşısında akıl hastanesi onun için bir sığınaktır.
Ülkemizde böylesi meseleleri
işleyen, sorgulayan, yitip giden değerleri gündeme getiren film çekilmesi
nadirattandır. Her sahada olduğu gibi sinemamızda da daha çok kadim
değerlerin yerilmesi, yıkılıp yok edilmesi ana fikri oluşturur. Eskiye dair ne varsa milletimizin ayaklarına
bağlanmış paslı birer prangadır. Onlardan kurtulmak ilerleme yolunda adımlarımızı
hızlandıracaktır. Temel motivasyonumuz gelişmek/ilerlemek olunca eski
itiyatlarımızdan, mekânlarımızdan, eşyalarımızdan kısacası hayat tarzımızdan
vazgeçmek kaçınılmazdır.
Öyle de oldu, geçmişten
getirdiğimiz ne varsa bir mirasyedi aceleciliği ile saçıp savurduk.
Değişim/ilerleme yolunda takibe/taklide kalkıştığımız Batıyı çok gerilerde
bıraktık. Onlar eskiyi koruyarak değişirken biz ne idiğümüzü, nereden
geldiğimizi bize hatırlatacak her şeye düşman kesildik. Geçmiş kültür ve
değerlerimiz bizim sabıkamız gibiydi, onu görünmez kılmak için elimizden ne
geliyorsa ardımıza koymadık.
Kadim zamanlarda evin
coğrafyaya, iklime, insana, onun değerlerine, kültürüne uygun olarak, en kolay
bulunabilen malzemeden en iktisatlı şekilde yapıldığını anlıyoruz. Ülkemizde
kıyıma uğramadan günümüze erişebilmiş yapılara baktığımızda, malzemesi ve mimari
karakterinin bulunduğu bölgeyle uyumlu olduğunu, o yörenin insanının değerleri
ve kültürüne göre şekillendiğini görmekteyiz. Eski zamanlarda ev bazen
ahşaptan, bazen topraktan, bazen taştan, bazen keçi kılından yapılır, bazen de
bunların ahenkli bir izdivacıyla inşa edilmiştir. Anadolu’nun farklı yerlerinde
taş ve ahşap yapıları ya da taş ahşap ve kerpicin imtizacından doğan mimari
üslubu, asırları devirerek günümüze ermiş ve hâlâ yaşamaya direnen yapılarda
görebilmek mümkündür. Ancak para hırsının insanların idrakini yok ettiği bu
zamanda, daha ne kadar ayakta kalabileceklerdir, kestirmek oldukça güçtür.
Ev dediğimiz şey Nihat Sami Banarlı’nın işaret ettiği gibi, yazın girilip serinlenilen, kışın ısınılan, dinlenilen hatta çalışılan, “göçer evlü”lerin yanlarına alıp göçtükleri meskenlerdir. Orada sükûn bulur insan; onun için mesken denilir onlara. “Ev… Çocukluğumda ve bugün hâlâ bir yere gitmek için kapısından ayrılırken hasretini duyduğum bu aziz yuvanın adıydı. Ev hasreti vatan hasreti gibi bir şeydi.” diyor Banarlı. Bu cümleler bugün için bir mana ifade etmiyor ama belli bir yaşın üstündeki insanlarımıza bu sözleri söylesek, gönüllerinin derinliklerinde muhakkak bir harelenme meydana gelecek, evlerin apartman, konut, park, plaza olmazdan evvelki sıcaklığının ruhlarına bıraktığı izleri tahattur edeceklerdir.
“Yitirilen Dünya”da “ev”
denilen şeyin tam olarak neye tekabül ettiğini kavramak gerek. Cengiz Bektaş “Türk Evi” adlı kitabının girişinde
yaşlı bir usta ile görüşmesinden söz eder. Ona “İş size nasıl gelirdi. Yapılacak
işi nasıl tasarlardınız?” diye sorar. Ustanın anlattığına göre ev
yaptırmak isteyen kişi, bulduğu ustanın evine bir çuval buğday gönderirmiş. Usta
işi kabul ederse çuvalı alıkoyar, yoksa iade edermiş. Ardından usta ve ev
yaptıracak kişinin aileleri arasında gidip gelmeler başlarmış. Usta evini
yapacağı aileyi iyice tanır, onların ihtiyaçlarını öğrenir, ev yaptıracak kişi
gerekirse ustaya örnek bir yapıyı gösterirmiş.
Cengiz Bektaş yaşlı ustaya
sorar: “Ya kötü bir örnek gösterirse?” Ustanın cevabı manidardır: “Göstereceği
kötü bir şey yoktu ki…”
Yitiğimizi bulmak için önce neyi
kaybettiğimizi bilmeliyiz. Biz, millet olarak ne yazık ki yitiğimizin farkında
değiliz de korkarım ki bu gidişle yiten asıl şey, millet olma hususiyetimiz
olacaktır.
Vesselâm!