Yolun sonu

Yolun sonu

Öyle ya da böyle…

Ölerek, öldürerek ya da insani yollarla…

Zehir tadında ya da bal misali…

Önümüzdeki günlerin nasıl geçeceğini, yakın geleceğimizi, çocuklarımızın nasıl bir toplumda yaşayacağını belirleyeceğimiz günlerden geçiyoruz.

Siyasi, politik kavgalardan uzak, dönemsel değil toplumsal kaygılarla, sadece kendimizi değil torunlarımızın geleceğini de düşünerek vermeliyiz kararımızı.

20 yıl sonrası için ne hayal ediyoruz?

Bölünmüş bir Türkiye mi?

Daha fakir, dünyadaki gelişmeleri geriden takip eden, kendi derdine düşmüş, muktedir olmayan, sözü ve parası geçmeyen bir ülke mi?

Üniversite koridorlarında silah sesleri ve küfürlerin yankılandığı, çocukların kin ve nefretle hayata başladığı, sözün yerini tamamen silaha bıraktığı, sanat ve edebiyatın kandan ve acıdan beslendiği bir ülke mi?

Şehitliklerin her ilde mezarlıklar kadar yer kapladığı, askere giden yahut dağa/sokağa çıkan evladının akıbetini düşünmekten gözlerine uyku girmeyen annelerle dolu, sevdiği gençle ilgili karar alırken insanlığını, hayata bakışını hatta güzelliğini-yakışıklılığını değil etnik kökenini düşünmek zorunda kalan gençlerin yetiştiği bir ülke mi?

İstanbul'dan Şırnak'a Mecidiyeköy'den Kadıköy'e gitme süresinde ulaşmak mı? 20 yıl önce olduğu gibi 18 saat süren yolculuklar yapmak mı?

Yaşadığı şehirden baba evine giderken pasaport kullanmak, Atatürk havalimanında “foreign passengers” tabelalarını takip etmek isteyen Kürtler var mı içimizde?

Peki ya Mardin'in eski sokaklarında yürüyüşe çıkmayı, Hasankeyf'e tepeden bakmayı, Diyarbakır ulu Camii'nde duvara yaslanıp tefekküre dalmayı, dünyanın en güzel burma kadayıflarını tatmayı,  Balıklıgöl'de dilek tutmayı sadece bir hayal olarak görmek isteyen Türkler?

Evini, anahtarını, çocuğunu emanet ettiği komşusuyla selamı sabahı kesmeyi isteyenler kaç kişi?

Ya karı kocalar? Bu ülkede kaç Kürt ve Türk evli? Peki, onların çocukları?

Babaannelerini mi görmekten vazgeçmeliler, anneannelerini mi?

Bayramda hangisini yurt dışı tarifeyle aramalılar?

Aynı topraklarda doğup büyümüş, Çanakkale'de omuz omuza kan dökmüş, aynı dine mensup, aynı kıbleye yönelen, pazara kol kola giden, evlenip yuva kuran vatan evlatlarını birbirine kırdırmanın, bu topraklara faydası olmadığını, olmayacağını, olamayacağını görmemek için kör olmak gerek.

O halde ne olacak bundan sonra?

1 Kasım seçimleri değil kastım. İleriyi, çok daha uzağı görebilmek önemli. Kimin ne istediği değil, doğru adımların atılması... Bunu yapacak olan, bizleriz. Sivil toplum, toplumsal barış için baskı mekanizmalarını güçlendirmek zorunda. Tek taraflı değil, yurdun dört yanında…

Bir yandan “silahlar sussun” “barış istiyoruz” diyeceğiz, diğer yandan “edi bese” “Ser Navê Min Nekuje” (benim adıma öldürme) diye haykıracağız.

Gerekirse bütün siyasi yapıları, Ankara'da, Diyarbakır'da, Avrupa'da bu kavgadan rant sağlayan herkesi silahlarla birlikte toprağa gömeceğiz ama birbirimizi öldürmeyeceğiz.

“Ey insanlar, Şüphesiz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, ona karşı gelmekten en çok sakınanızdır” ayetini şeytana uyarak ayaklar altına almayacağız.

Bunu anneler yapacak, inanıyorum.

Diyarbakır'da dağa çıkan/çıkarılan oğlunun yolunu gözleyen analar…

Acemilik sonrası Çukurca'ya, Dağlıca'ya gönderilen askerlerin anaları...

Yavuklularını, dağda, sokakta, nöbet başında, dışarıdan beslenen bir etnik kavga uğruna kaybetmek istemeyen genç kızlar yapacak…

Ve bir gün, kurşun yağmuru altında değil bahar yağmurlarıyla ıslanacağımız günler gelecek.

Ya da küresel güçlerin üzerimizde oynadığı oyunların sonuçlarına hep birlikte katlanacağız.

Karar hepimizin…