'Yüreği yanında olanların' romanı: Kırık Ayna
Anadolu’nun bir şehrinde 28 Şubat darbesinin öncesi ve sonrası “kara günleri” yaşayanların, “Türk fikir hayatı ne durumda?” diyerek kaygı eden dâva adamlarının, “Türkiye’nin meseleleri ve çözüm yolları” üstüne cıncık kırığı soğuklarda, sanki yarın devlet ve milletin mesuliyetini üstlenecek gibi kafa yoranların, vesayetçi rejimin baskılarına karşı duranların, hülâsa ifadeyle “yüreği yanında olanların” hayatını anlatan “Kırık Ayna” adlı romanı bir solukta okudum.
“Bilge
Kültür Sanat Yayınları” ndan çıkan (Şubat 2021, İstanbul, 224 sayfa)
“Kırık Ayna” romanın yazarı şair
Memduh Atalay’dır. 1967 yılında Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Beytigin
köyünde doğan, fakat ömrünün son otuz yılını Şehr-i Maraş’ta geçiren,
dolayısıyla Maraşlılaşmış bir eğitimci olan Memduh Atalay Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesinde Türk Dili
öğretim görevlisidir. “Bir Vücutta İki Baş” (şiir) Samsun’da yayınlandı /1988,
“Sultannâme” (deneme) Özgü Yayınları / 2000, “Halce” (şiir) Fikir Teknesi
Yayınları / 2015, “Dünya Hâli” (şiir) Fikir Teknesi Yayınları / 2015 adlı
kitapların da yazarıdır.
“Kırık Ayna” adlı romanın çekiciliği ve üslûbu
yazarının şairliğindendir. “Kıravatlı bir işgal minberde başlamışken / Ağlayan
bir Cuma ne söyler sana hâfız / Melek miydi aradığın, kaçtığın melek senin /
Yakanda Osmanlı tuğrası kanatır içini hâfız / Yenilgi budur işte, uzak kalışın
özrüdür / Sesin sana döner kalbin hesap görür hâfız (…) Biz aşkı kaybetmiş
mücrim kullarız hâfız / Şehir yıkanır sâla ile üstümüzde dünya kiri / Dar
zamanda dar yerde kirli gideriz hâfız / Oyuncaklar çoğaldıkça ağlayan kalbin
senin (…) Nasılda benzedin kuruyan bir ırmağa / Sende yaralarımı kanatmaya
geldim hâfız / Güvercinler gözyaşını konar câmi avlusunda / Mağarasında kokar
ölüler sen, ben, o, biz hâfız” mısralarının şairi nasıl bir roman yazmış
olabilir? Bu yakıcı mısraların şairi yazdığı romanda neler anlatıyordur?
Romanın başkahramanı Hüsnü Cemal
Hoyrat ve arkadaşlarının ruhî ve fikrî yapıları, meşrepleri, sosyal durumları,
dünya görüşleri, hayata ve insana bakışları anlatıldığı için “Kırık Ayna”
romanına “biyografik roman” veya “karakter romanı” diyebiliriz. “Kırk Ayna” nın en temel vasfı,
romanın başkahramanı Hüsnü Cemal Hoyrat’ın idealist şahsiyetinin etrafında
oluşan olaylardır. Diğere temel özelliği ise temiz Türkçesidir. Romanın dili
akıcı bir üslûba sahiptir ve okuyanı sürüklemesinde tesirli olmaktadır. Konular
arası geçişlerde, yozlaşmamış münevver/ aydın dilinin yanında köylünün tertemiz
Türkçesiyle karşılaşmak dil lezzeti tattırıyor. Roman kahramanlarının gerek şehirde,
gerekse köydeki kişilerin yapmacık olmayan konuşmalarının içinde geçen
kelimeler, deyişler, nasihat sözleri, kıssalar, menkıbeler asırlardır
yaşayagelen Anadolu irfanı ve diliyle buluşturuyor insanı. Şahsî kanaatimce
romanın, genel mevzuun ötesinde en temel özelliği Hüsnü Cemal tipi ve Türkçesi,
yâni dilidir. Diğer bir özelliği de romanda roman yazarı herkesin yerine
konuşmuyor. Büyük nisbette anlatımı kişilere bırakıyor. Kişiler arası anlatım
bitince romancı üçüncü kişi olarak araya giriyor. Bu da romanı sıkıcı değil,
zevkli hâle getiriyor.
Romanın
şahıs kadrosu
Romanın başkahramanı Hüsnü Cemal Hoyrat, Anadolu’nun bir şehrinde
edebiyat öğretmenliği yapan Türk İslâm düşüncesine inanmış fikir ve dâva
adamıdır. Romanın insan kadrosu içimizden ve çevremizden ve yüreği yanık
Anadolu insanından oluşmaktadır. Romanın sıklet merkezini oluşturan Hüsnü
Cemal’in mânen hürmet ettiği, özünü bulduğu ve anası gibi sevdiği Gülbahar Ana
romanda hayli öne çıkan Düzyayla köyünde yaşayan eli öpülesi yaşlı bir
kadındır. Sözüyle, merhametiyle ve anaç tavırlarıyla Hüsnü Cemal’in
çocukluğundan bu yana kişiliğinden emeği olan Gülbahar Ana sözünü ve ikram
ettiği yemeğini yüreğinde pişiren bilge bir köy insanıdır: “Yavrum şifa olsun
inşallah. Dedem rahmetli ‘gönülsüz pişen aşın tadı tuzu olmaz’ derdi. Ben ne
pişirsem gönlümden gelerek pişiririm. Malzemesi eksik, yağı az, tuzu fazla olsa
da gönül ateşinde kaynar benim tencerem oğlum.”
Romanın başından sonuna kadar soluk soluğa karşımızda hiç
eksilmeden gördüğümüz Hüseyin Cesuroğlu ve Ali Seyfi Uzun, Hüsnü Cemal’in en
yakın fikir ve dâva arkadaşlarıdır. Anıl, Selim, Haydar dayı, Sultan
yenge, Çoban İbrahim, Kahraman Kalkan,
“Türkü Beyi” dediği Ali Kutbay romanın ikinci derecedeki şahıs kadrosudur.
Romanın özellikle sonuna doğru varlığını sıkça gördüğümüz ve romanın sonuna
doğru vefat eden Serap Hanım, Hüsnü Cemal’in eşidir. Romanda pek etkili olmayan
diğer yardımcı şahıs kadrosu ise Hüsnü Cemal’in büyük oğlu Oğuzhan Ahmet, Çaycı
Dursun ve Hüsnü Cemal’in yatılı okuldan arkadaşı Nuri’nin “LA” kelimesiyle
anılan hasta kız kardeşidir.
Romanın adı
neden Kırık Ayna’dır?
“Kırık Ayna” romanının konusu adını aldığı ifade üzerine
kuruludur. Şahısları ve olayları baktıkları aynadan veya görülmesi istenen
aynadan tahlil etmektedir. Bakılan ve tutulan aynadan hakikati göremeyen ve her
şeye kendi kırık aynasından bakanların çelişkilerini ve inkisarlarını
göstermektedir. Kendisi de aynalardan şikâyet eden Hüsnü Cemal vecd hâlinde
anlatıyor “yapma” aynaların hakikati göstermediğini:
“Her dönemde ârızalar vardı elbet. İnsanı saptıran duygular her
zamanda vardı, babamız Âdem’den beri. Ancak insan hiçbir dönemde özünden bu
kadar uzak düşmemişti. Toplumun kendini göreceği ve hizaya sokacağı aynalar
vardı, aynalarımız vardı. Aynalar şimdiki gibi kırık değildi. Şimdi her grubun,
her cemiyetin, her teşkilâtın aynası var ama kırık! İnsanlar bu kırık aynalarda
kusurunu göremediği gibi bu kırık ayna ile ötekinin kolunu, kanadını yaralamaya
çalıştığı için hakikatten uzaklaşıyor. Resimleri, isimleri, rozetleri hakikatin
ve fikrin önüne koyarak hakikati ev fikri yok ediyoruz. Fikir, vatan ve insan
diyenlerin kırık aynalarda gördüklerini hakikatmiş gibi takdim edenlerden Hüsnü
Cemal çok muztaribtir. Olması gerekenlerin olmaması, olmaz dediklerinin olması
karşısında düştüğüm girdap, sağlığımı iyice bozdu. Artık düşünce, fikir,
idealizm dâva diye başlayan her cümlede, çıkışta bir noksanlık ve sunilik görür
hâldeyim. İnsan günahına fikir katıyor çok rahatça. Rüşvet hediyeye, zina yasak
aşka, adam satmak dâvaya dönebiliyorsa… Bizim aynalarımız önce kendine tutar
aynayı. Varsa özünde bir leke onu temizler, sonra insanlara tutardı aynayı.
Bizim aynalarımız vardı, ruha saf tutturan nazarlarımız vardı. Bu aynaları
kaybettik. Şimdi ayna diye karşımızda duranlar ya puslu, sisli yahut kırık. Bu
aynalarda ne görüyorsak doğruyu görmüyoruz, göstermiyorlar. Kendi grup ve
meşreplerinin biricikliği üzerinden bakıp hakikati de İslâm’ın esnekliğini de
inhisar altına almak gibi zaaf ile malûller.”
Kırık
Ayna’da mekân
Kırık Ayna romanında mekân Hüsnü Cemal’in görev yaptığı Anadolu’da
muhafazakâr sayılabilecek bir şehirdir. Hüsnü Cemal’in doğup büyüdüğü İç
Anadolu’da soğuğun hâkim olduğu bozkırın ortasında sırtını “Kızıl Dağ” a
yaslamış Düzyayla adında bir köydür. Kendini idealist gençlik yetiştirmeye
adayan millî hasletlere sahip öğretmen Hüsnü Cemal’in faaliyet sahası olan
dernek, dergi bürosu ve yazılarının yayınlandığı Mefkûre Dergisidir. Duvarında
Hüsnü Cemal’in “Günahkârdan değil, günahtan kaç” sözünün yazılı olduğu Hilâl
Çayevi’dir.
Hüsnü Cemal, Ali Seyfi ve Hüseyin Hoca’nın nezdinde donanımlı,
okuyan, yazan, tâvizsiz ve dürüst bir fikir adamıdır. Şahsiyetlerinin
oluşumunda büyük tesiri ve emeği vardır. Bağlılıkları tamdır. Kalben ve fikren
ona inanmışlardır. Hüsnü Cemal’le Ali
Seyfi, ilki yatılı öğretmen okulundan,
ikincisi yatılı imam hatip lisesinde okuyan iki can arkadaştır. Ali Seyfi okul
yıllarında Hüsnü Cemal’in kendini etkileyen fikirleriyle ona inanmış ve aynı
şehirde öğretmenlik yaptıkları yıllar içinde bu dostlukları devam etmiştir.
Hüseyin Hoca, Hüsnü Cemal’in sevip inandığı ve kaldıkları şehirde dergi,
dernek, dâva arkadaşlığı ettiği tecrübeli ve ehil birisidir.
Hüsnü Cemal, güzel konuşan, hatip ve etkileyici bir tiptir. Yatılı
okulla başlayan gurbet sızısı onu daha çocuk yaşta zor bir hayatın içinde
pişirmiş. Bir köy çocuğu olarak yatılı okulda ana baba hasreti ve
imkânsızlıklar onu daha genç yaşında çelikten bir dâva adamı yapmıştır. Hüsnü
Cemal’in karakteri 1980 ve 1990’lı yılların Anadolu’sunda Türk İslâm düşüncesine
inanmış olan herkestir; biziz hepimiz… Romanı okuyan bugünkü orta yaş grubu,
Hüsnü Cemal’de, Ali Seyfi’de, Hüseyin Hoca’da kendi fikrî şahsiyetlerini ve
benzerliklerini bulacaklardır. Hüsnü Cemal’in heybetli ve tesirli konuşmaları o
yılları yaşayan idealist insanlara hiç de yabancı gelmiyor.
Hüsnü Cemal’i dinleyelim: “Beni hep bir faaliyette koşuştururken gördünüz:
Gençlerle birlikte konferans veya mitinglerde yer alırken, dergi yahut gazete
aboneliği için çalışırken, yeni çıkan bir kitabı tanıtırken, dünyanın en ücra
coğrafyasındaki kardeşlerimizin uğradıkları zulmü protesto etmek için yürüyüş
örgütlerken… İçimde kopan fırtınaları, zihnimin bir uçtan diğer uca savrulan
düşüşlerini görmediniz. Böyle bir vasatta herhangi bir dernek veya düşünce
ekseninde hasbelkader birlikte yer almış olduğunuz bir tanıdığınızın,
kategorisi gönüldaştan ihvana, ülküdaştan refike, mücahitten alperene ne olursa
olsun, nasıl tanımlanırsa tanımlansın taşıdığı yük, çektiği azap, düştüğü kuyu
ne kadar umurunuzda olabilirdi ki? Akşam olunca evlerine gidebilen ve
annelerinin şefkatli sinesine yaslanan, burcu burcu tüten ev yemeklerini yiyen
emsallerimize göre, analı babalı yetimler gibiydik…”
Şimdi de Ali Seyfi konuşuyor: “…Ruhum uzviyetimden bin kat
fazladır! İmam Hatip okulunda kıvrım tatlının üçe bölünüp satıldığı yıllarda
okudum. Kurban Bayramlarında annemin babamın yanına gidemedim yıllarca. Yurtçu
kaldığım cami yatakhanesinde imam efendi, deri toplama cihadı için öyle vaazlar
verirdi ki… İkindi namazına doğru çoğu kapıdan kovulmuş bir şekilde kebap ve
kavurma kokularından bir hâl olup açlıktan bayılma noktasına geldiğimiz o yaz
sıcağında, gökten inen bıldırcın kıymetinde gördüğümüz helva ekmeği cami
avlusunda yemek nasıl bir şeydir? Hele bu cihadımızın Bedir ile Hendek ile
benzerlik taşıdığını söyleyen imama inanmanın nasıl bir hâletiruhiyeden
kaynaklandığını size nasıl anlatabilirim ki?
Bu büyük cihaddan hocamızın akranımız olan oğullarını muaf tutması ve
bizim sorgulamayışımız izahtan varestedir…”
“İç
yenilgilerle büyüyen” Hüsnü Cemal’in hayatı Hüsnü Cemal, inandığı dâvadan ve fikirden
vazgeçmeyen, fakat bu dâva ve fikrin içinde bulunanların sahteliğinden, riyakârlığından
şikâyetçidir. Bu tür insanlardan darbe yemiş, kalleşlik görmüştür. “Aklımın
erdiği günden beri millî ve İslâmî sıfatlarının başta yer aldığı gruplarda
bulundum. Birinde olsun –ne hikmettir!- diğerini kardeş ve yardımcı gören
anlayışa şâhit olmadım. Birbirleri hakkında rakip düşünceler veya düşman
kardeşler kategorisinde gördüm hep. Şimdi bu ayrılıkların, yok etme düşüncesinin
geldiği noktada bir başına kalmak, haklılık gibi geliyor bana.”
Hüsnü Cemal, bir yanıyla dâva adamıdır, cemiyetin ve gençliğin
ortasındadır. Bir yanıyla mistik meşrep ve metafizik düşünceleriyle baş başa
kalan şair ve ediptir. Anadolu insanın rûhunun ve sosyolojisinin kaynağı olan
bin yıllık türkülerin âşığıdır. Türküsüz edemezdi. “Baraktan Kerkük türküsüne,
uzun havadan Neşet Ertaş türkülerine, Mahzunî’den Ruhî Su’ya kadar yüzlerce
türküyü yanına alarak şafak vaktinde, kâinatın uyandığı, bütün bir varlığın
tanrısal ahenge yöneldiği bir zamanda gidiyordu Hüsnü Cemal. Türkü söyleyen,
türkü dinleyen kötü olamazdı ona göre.”
Köy ve şehir
arasında metafizik ve fikir sancısı
Hüsnü Cemal dini bütün, fikri sağlam bir insandır. Şiire,
mûsikiye, edebiyata gerek yok diyen ham
softalardan, “kendinden emin Müslüman” tipi dediği zâhir ehlinden
rahatsızdır. Bu zümrenin hor gördüğü
sanatların, “Allah güzeldir, güzeli sever” hadis-i şerifinin güzel sanatların
ilhamı olduğunu söylüyordu. İslâmî bir gerekçeyle süsleyip sanat ve hikmeti yok
sayılamazdı. Sanat ve mûsiki insan ruhunun ve kalbinin ince ve naif sesidir.
Aşk ve metafiziği kaybeden bir anlayış, ahkâmın cenderesinde boğulur ve
muhatabını boğardı. Hazreti Ali menkıbelerinden dolayı daha çocuk yaştayken Hazreti
Ali’ye meftunluğu vardır. Çocukken rüyasında koltuğunda kesik bir başın
taşıdığını anlatıyor. Yanından geçen biri “evlat o taşıdığın kim biliyor musun?
Hazretin Ali’nin mübarek başı” deyince kan ter içinde kalır. Bu rüyayı
ilerleyen yaşında bir dostuna anlattığında şöyle yorumlamış: “Hazreti Ali’nin
başından mâna, onun fikirleridir. Fikirleriyle çıkmışsın köyden, köye de onun
ismi ve resmi kalmış.” İslâm’ın hakikatine Ali meşrebinden bağlı olmak bambaşka
bir ruh hâlidir ona göre. Ali cesarettir, teslimiyettir, adanmışlıktır, nefse
hâkimiyettir, mücadeledir, mânadır, fikirdir, kılıçtır…
Doğup büyüdüğü Düzyayla köyünün Kızıl Dağı’na çıkan Hüsnü Cemal’in
bu dağda yaşadığı duyguları keşke müstakil bir hikâye kitabı olsaydı. Onun
mistik dağ tutkusu ve anlattığı dağ efsanelerini romandan okumak gerek.
Safiyetini, geleneğini ve özünü nisbeten koruyan köyüne olan hasret ve sevgisi,
yozlaşan ve yozlaştıran şehir hayatındandır.
Düzyayla köyünde herkes kötüden ve yoksuldan kendini mesul tutar; bu
sebeple yoksulluğu örtecek, kötülüğü ortadan kaldıracak yarım elini
esirgemezdi. Köyde yoksul ile zengin, iyi ile kötü farklı fakat aynı, ayrı
fakat ayrılamaz, bağımsız fakat birleşmiş bir keyfiyet arz ederdi. Şehir
hayatında insanın kafası hep “yapılacak ne kaldı” ile meşgul olduğundan, insan
neler yaptığının farkında olmuyor.
Fikriyle
hesaplaşanlar ve yüzleşenler
Hüsnü Cemal, romanın sonuna kadar “millet” diyen “milleti” seven
biridir: “Hayâlim milletle başlıyor, milletle bitiyordu. Mefkûresinden başka
aşk bilmeyen her adanmış idealist gibi varlık sebebi; milletinin uğrunda ölmek,
zindanlara düşmek, çile çekmek… Millet güldü ona göre, kendisi de bülbüldü.
Irkçı asla değildi fakat dini dinimden dili dilimden dediği soydaşlarının
esaretine dair fikirler taşırdı. Türklüğü Müslümanla aynı mânada bilir ve
inanırdı. Ne var ki, şehirdeki fikir ve dâva mücadelesindeki samimiyetsizlikler,
ikiyüzlülükler onu “iç yenilgiye” ve yüzleşmeye sevk eder. “Sonrası derin bir
trajedi oldu” diye başlıyor anlatmaya: “Meğer tam hesaplaşmamışız. Meğer iç
yenilgiyi büyük idealler gidermezmiş. Meğer bir hayâlimiz günlük hayatın basit
gerçekleri karşısında trajik bir hâle dönebilirmiş. Bir araba, bir ev, bir
masa, bir etiket en idealistlerimizi gerçekçilik prangasıyla değiştirme gücüne
mâlikmiş…” Hülâsa olarak; sancılı bir
arayıştan sonra kimseye haber vermeden köyüne ve Gülbahar Ana’sına giden ve
sonrasında kaybolan, dostlarının binbir sıkıntı ve evham içinde aramaya çıktığı
Hüsnü Cemal’in akıbetini öğrenmek isteyenler bu romanı başından sonuna kadar
okumalıdır.
(ilbeyali@hotmail.com)