Zaman -2: Ahir

-Ruzname; Kelime Günlüğü’nden-

 

Hepsinde öte evvel zamanda dile gelen nasiptendi, kaderin tecellisiydi; dile gelmeyenden sual olunmazdı. Gerisi beyhudeydi.

Sonra bu özenli hâller, rikkatli kâller bir bir çekildi hayatımızdan.

Ve sonra erdik “post”u “past”a (geçmişe) karışmış zamanlara…

Yeniler tedirgin ediyordu. Özeni azaltıyor, lüzumu yok sayıp beyhudeyi başa koyuyordu. Sanki her iş nasipten bir cüz değilmiş gibi muamele görüyor, sorulacak hesabın da verilecek mükâfatın da ölçüsü kaçıyordu. Ehil olmayanın sözü, feyizli kelama tercih ediliyordu.

Eskiler yenileri yadırgadı önce. Kökten gelen ne varsa reddediyordu yenilikler. Kendilerini tanımayan, mazisizlikten taraf olan yenilere karşı çıktı bazı eskiler; yok sayılacaklarını bile bile. İşler kısa zaman içine yadırgama çatışmasına dönüştü. Orta yol bulunamadı.

Reddiyeden miras devşirenlerden sıkılan bazı yeniler eskilerin sandıklarını karıştırmaya başladı sonra. Arada kimi köprüler atılmış, varlığı elzem bazı işlerin ve sözlerin nedeni, nasılı maziye karışmıştı. Yine de bir gayret gerekti köprüleri yeniden bulmaya. Ama az yeniler çok eskilerin mirasına güç yetiremiyordu, reddiyeci yenilere küsen eskilerle bağ kurmak kolay değildi.

Asrilik adı altında olmadık sapmalardan medet umanların kaprislerinden yorulanlar, yeni modernlere erişmek fikrine yelken açtı, onların da oltası postmodernizme takıldı. Yer yer kurak, kavruk, azımsanmış bir tat vardı o sularda. Bu verimsiz zaman boşluğunda kimilerinin canı sıkıldı.

Sonra evvel zaman hazinelerine geldi sıra. Amerika yeniden keşfediliyordu. “Post”tan “past”a geçiş yapanlar, şark köşesi kondurdu ilk bulduğu yere. Birkaç kilim desenli aksesuarla iki testinin “görkem”ini yeğledi. Fazla mütevazı bulanlar saray mirasına yol aldı. Güzellik tasviriyle dolu eski tasarımlarındaki semboller unutulmuş, maksatları tarih olmuştu. Ama modaydı işte. Ve moda olan her şey gibi derinliğini yitirmişti imler, imgeler, gölgeler.

Sonra teknoloji uzaydan sokağa indi. Pop patladı, top çatladı… derken çok kanallı, çok ekranlı, çok seçenekli içerikler doldurdu dünyayı. Bakmaya ömürlerin yetmeyeceği videolar, görseller, sloganlar çoğaldıkça çoğaldı. Bir imajın peşine milyonların takılmadığı gün yoktu âdeta.

Facebook’la hayatımıza kafasını uzatan sosyal medya, önceleri medya filan değildi. Herkesin eski ahbabını, akrabasını, hayatında kayıp kim varsa bulabildiği “büyüleyici” bir siteydi. Sonra Twitter, İnstagram derken ortak amaç etrafına dizilmiş, herkesin gönlünce ahkâm kesebildiği internet sitelerine sosyal medya demek yaygınlaştı.

Sosyal medyanın mahiyeti kadar sosyalliği de tartışıldı. Tartışanlar ondan öncesini, internet yokluğunun sohbet bereketini bilenlerdi. İnternetle büyüyen nesiller içinse başka bir iletişim yolu yok gibi görünüyor. Eskiler ve yeniler bu defa interneti kullanma şekilleriyle ayrışıyor birbirinden. Eskiler ahbabının sesini duymadan hasret gideremiyor; yeniler kelimeleri harflere indirgemiş sahalarda sanal düellolara girişiyor. Görünen o ki postmodern zamanlarda past uzlaşmazlıklar baş gösteriyor.

Sosyal medyanın aşındırıcı ve yozlaştırıcı etkisi herkesin malumu. Sanki kalan son güzellikleri de o öğütüyor gibi. Sadra şifa, gönle deva satırlar da var, hakkı yenmez. Fakat bu gürültülü darboğazda hangisi ne kadar görünüyor, anlaşılıyor ayrı mesele.

Yazının başından bu yana sıraladıklarımıza bakınca görünen gerçek şu ki; sosyal medyanın sahaları, odaları, haber alma-verme biçimi ve var olma şekli evvel zaman değerleriyle uyuşmuyor. Bu uyuşmazlık elbette eskisiyle yenisiyle herkesin umursadığı bir şey değil. Sözümüz evvel zamanın kadrini ve kıymetini bilenlere…