11 Temmuz 2016

2023’e doğru İslamcılık

Ahmet Çiğdem, bir yazısında, Erbakan ve Millî Görüş tarzı bir İslâmcılığın bitiş ilanı anlamına gelen AKP hareketinin, daha önce sağ muhafazakârlığın tahakkümü altındaki bir İslâmcı eğilimi tersine çevirdiğine işaret etti. Çiğdem'e göre, AKP, kendisini “İslâmcı” saymadığı halde, muhafazakârlığı, İslamcılığın baskın olduğu bir sağcılığa dönüştürdü (Ahmet Çiğdem, İslamcılık ve Türkiye Üzerine Bazı Notlar,  Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce, İslâmcılık, c: 6, ss: 26-33, 2005).

Siyasal hareket kendini İslâmcı saymasa da, İslâmcı aydınlar AKP politikalarını destekledi. Burada Ahmet Çiğdem'in “İslâmcılığın baskın olduğu sağcılık (muhafazakârlık)” analizinin geçen zaman içinde doğru çıktığını teslim edebiliriz.

İslâmcı aydınlar da kendi “öteki”sini tanımlamaya çalışıyor. Örneğin CHP'nin din ve toplumla ilişkisini “sol” veya çok zorladıklarında “liberal” kavram başlığıyla ele almaya çalışıyor.

Bu tanımlamanın doğru olduğuna kanaat edemiyorum. Erken Cumhuriyet döneminin kurucu iradesini 1) Asker-bürokrat-sanayiciler, 2) Toprak sahipleri-eşraf arasındaki koalisyonun belirlediği ifade edilmiştir. Bu dönemdeki “devrim”leri, “sol-sosyalizm” kavramı değil “pozitivizm” kavramı açıklayabilir.

Nitekim Levent Köker, Cumhuriyet elitlerinin pozitivizmi benimsemelerinin temelinde “devleti kurtarma” sorununun yanında, toplumsal ilerlemeyi “muasır medeniyet seviyesi”ne doğru tanımlama kaygılarının bulunduğundan bahsetmektedir. (Levent Köker, Modernleşme Kemalizm Demokrasi, İletişim Yayınları, 1990: 70).

Levent Köker, aydınların pozitivizm ile ilişkilerini şöyle açıklamıştır: “Genç Osmanlılarla başlayan ve Jön Türkler- İkinci Meşrutiyet- İttihat ve Terakki çizgisini takibeden reform süreci içinde, bir batılı ideoloji özellikle önem kazandı: Pozitivizm. Osmanlı intelligenstsiası'nın, İttihat ve Terakki adında da simgelediği gibi, Augusto Comte'un ‘düzen (order) ve ilerleme (progress) düsturunu benimseyişi (…) bir yandan ‘batının üstünlüğünü açıklayacak sihirli bir değnek' olma, diğer yandan da ‘hıristiyanlığa bulaşmamış olmak' erdemlerini içeriyordu (...) Dolayısıyla, nesnel dünyayı elverişli bilimsel yöntemlerle bilebilme olanağına kavuşmuş ‘eğitilmiş' insanların toplum yönetiminde egemen olmalarını arzulamak, pozitivizmin doğal uzantısı olmaktadır. Pozitivizmin, (...) siyasal sonuçları, bu anlayışı benimsemiş bulunan Osmanlı- Türk intelligenstsiası'na da damgasını vurmuştur. Bu bağlamda ‘hakikat'i bilenlerin ‘halka doğru giderek' onlara ne yapmaları gerektiğini öğretmeleri anlamına gelen II. Meşrutiyet halkçılığının, bu elitist boyutuyla Kemalizme aynen yansımış olması bir rastlantı değildir” (Köker, 1990: 114).

Levent Köker'e göre de Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti yönetimi bir “koalisyon” manzarası gösteriyor. Bu koalisyonun öğeleri de asker-sivil bürokratlar, eşraf- tüccar, büyük toprak sahipleridir. Köker'e göre, Kurtuluş Savaşı'nın yürütülmesinde tarihsel beraberliği olan bu unsurlar, 1930'lara gelindiğinde kendi içinde mücadeleye girdiler. Koalisyonun asker-bürokrat kanadı, kendi hedefleri doğrultusunda belli bir özerklik elde etmeyi başardı. Bu çerçevede devletçilik, bir yönüyle (asker-bürokrat) kesimin hedeflediği muasır medeniyet seviyesinin asli unsuru olan hızlı sanayileşmenin aracı olarak, diğer yandan da dışarıdan kaynak aktarımının büyük ölçüde olanaksızlaştığı bir dönemde tarımdan sanayileşme için gerekli kaynağı çekmenin bir yolu olarak ortaya çıkmıştır (Köker, 1990: 106).

Bu nedenle din, Cumhuriyet dönemi koalisyonu oluşturan asker-sivil bürokratlar, eşraf- tüccar, büyük toprak sahiplerinin kavga alanına dönüşüyor. Yani dindarlar üzerinde yürüyen kavga, koalisyonun iki iktisadî bloğunun tebaa arayışıyla ilgilidir.

Türkiye'de bu koalisyonu bozan hadise “Toprak Reformu” tartışmalarıdır. Koalisyon bozulsa da CHP, popülist politikalarına kentte biriken köylülerin işçileşmesiyle taban bulabildi. Kentleşme süreci, hem asker-bürokrat-sanayicileri ve hem de eşraf-tüccar-toprak sahiplerini rahatlatan bir toplumsal dönüşümdü. Köylünün kentleşmesi toprak sahipleri açısından kırın boşalması, tarımsal toprağın bölünmemesi, tarımsal rantın tekelleşmesi demektir; asker-bürokrat-sanayici için ise köylünün işçileşerek tüketiciye dönüşmesi ve daha kolay yönetilen bir “nüfus ve pazar sistemi”ne uğratılması demektir. Oyak, Renault ortaklığıyla “pazar sistemi”nde yer almaktaydı. Zaman içinde bu bölünme “sanayi-finans” ile “inşaat-imar rantı” arasında yeniden üretildi.

Erbakan ve Millî Görüş tarzı bir İslâmcılığın yürütülememesi, kapitalizmin yayılmasından ve kentleşmenin Batı-dışı toplumları sarmasından kaynaklanıyor. Milli Görüş, bu dönüşümde, ne “sanayi-finans” ve ne de “inşaat-imar rantı” ile buluşamadı (buluşturulmadı).

Böyle bir dönüşümde kentlere gelen ve kıt kanaat geçim tutan dindarlara, “Benim işçim, memurum, esnafım, emeklim” diye hitap eden “Milli Görüş İslâmcılığı” dar geliyor. Milli Görüş, cemaat tipi hayatın geçerli olduğu bir toplumda (köyden kentin varoşlarına gelen gecekonduda, varoş toplumda) söylem üretmişti. 2000 sonrası muhafazakâr-İslâmcılık ise kent merkezine taşınan ve görece yüksek gelir ve mülk sahibi olan dindarların yürüttüğü bir siyasettir.

AKP politikalarıyla hayata geçen “İslamcılığın baskın olduğu bir muhafazakârlığın” vaat ettiği gelecek, piyasa toplumuna uyarlanmış halkın “zenginleşme fıkhı”ndan neşet ediyor. Bu “zenginleşme fıkhı”nın aynı zamanda “zaruret fıkhı” gibi de yorumlanabileceği unutulmamalıdır. Milli Görüş'ün faiz-sömürü ilişkisi üzerinden kurduğu söylemler halkın konut ihtiyacının nasıl karşılanacağı hususuna dokunamıyor. Bugünün ekonomik yapısında “Önce ahlâk ve maneviyat” demek, “evsizlik” ya da daha doğru bir kavramlaştırmayla “ömür boyu kiracılık” anlamına geliyor.

Türkiye İslâmcılığı, günaha girse de, modernleşme çabasıyla, dinselliği bir arada götürme projesini “rasyonel” gören büyük kitle nedeniyle 2023'e giderken ikiye bölünüyor. Bu nedenle kentleri markalaştıran, kentsel imarı yaygınlaştıran “umrancılık”, “medeniyet” sanılıyor.