08 Temmuz 2020

ABD’nin yanlızlığı ve otofobik devlet anlayışı

 

Otofobi terimi, 'otomatik' (Özbenlik anlamına gelen) ve 'fobi' (korku anlamına gelen) sözcüklerinin birleşmesinden meydana gelir. Psikoloji literatüründe, Otofobi olarak bilinen ruh hali, günümüzde pek çok insanın karşı karşıya kaldığı sorunlardan biridir. İnsan psikolojisi ile yakından alakalı olan bu durum, yalnız başına zaman geçirme düşüncesi ve tecrübesi ile tetiklenen bir tür anksiyete bozukluğu olarak tanımlanmaktadır

Psikolojik rahatsızlıklar çerçevesinde değerlendirilse de, Devletler Psikolojisinde otofobinin, uluslararası ilişkilerin rotasını belirleyen faktör olması durumunda, Kaos ve yıkıma dayalı bir enerjinin ortaya çıkması kaçınılmaz olur.

ABD, uzun zamandır dış politikasında, otofobik bir yaklaşım sergilemektedir. Tüm psikolojik rahatsızlıklar gibi otofobi'de, uzun süreli olması durumunda, kronik bir hal almakta ve zamanla hem kişiye hem de etrafına, kendisinin bile anlamlandıramadığı zararlar verebilmektedir.

Amerika Birleşik Devletleri, 20. yüzyılın başlarından, yani ABD'nin sömürgeci bir güç olmaya ve eski dünyanın işlerine karışmaya başladığı dönemden itibaren, Ortadoğu ile yakından ilgilenmektedir. Ancak asıl ilgisi, İkinci Dünya savaşından sonra, Batı dünyasının lideri olarak, aynı zamanda dünya lideri de olduğunu ilan ettiği dönemde gelişti.

1.dünya savaşı bittiğinde ABD, dünyanın en güçlü devleti ve nükleer silahlara sahip tek ülkesi idi. Hem askeri ve siyasi hem de ekonomik bakımdan rakipsiz durumdaydı.

1980'lerin sonlarında meydana gelen gelişmelerle Doğu Bloğunun yıkılıp, Sovyetler Birliği'nin dağılması ve neticede iki kutuplu Dünya sisteminin ortadan kalkması, ABD'nin Soğuk Savaşı kazanması olarak algılandı.

Ancak, Fukuyama'nın, iddia ettiği gibi, ne tarihin ve Dünyanın sonu geldi ne de askeri ve savunma harcamalarında bir azalma görüldü. Bilakis, ABD'nin Soğuk savaş dönemindeki belirgin dış politika anlayışı, yerini, belirsiz ve istikrarsız bir dış politika eğilimine bıraktı. 

Hemen arkasından, “Yeni Dünya Düzeni” iddiası ortaya atıldı. Bu yeni Dünya düzeni, tamamen Amerikan yapımı bir Dünya düzeni idi, sözde barışı ve istikrarı sağlayacaktı. Bir PaxAmerikan beklentisi vardı, ancak gerçekleşmedi.

Yeni Dünya düzeninin oluşturulmasının, sancısız olamayacağı anlaşıldığında ise, yeni “ötekilerin” bulunması ve gerekirse yeni cephelerin açılması gerekecekti.

Yeni durumlara uygun yeni kavramlar ve kuramlar geliştirildi. Bunlardan, en çok üzerinde durulan ve en çok ses getireni ise “medeniyetler çatışması” tezi oldu. Buna göre, ideolojilerin, milliyetçiliklerin ve prenslerin savaş dönemi bitmiş; sıranın, medeniyetler arası savaşlara geldiği iddia edilmekteydi.

Huntington'a göre, başka bir medeniyetten, Batı medeniyetine karşı yakında bir meydan okuma olacaktı. Batı medeniyetinin, en ciddi alternatifinin İslam medeniyeti olduğunu, dolayısıyla en ciddi “öteki” ve düşmanın da İslam Dünyası olduğunu ilan etti.

İdeolojilerin hâkim olduğu dönemin “kızıl tehlikesi” yerine, medeniyetler çatışması çağının “yeşil tehlikesi” uluslararası siyasetin belirleyici unsuru olarak tanımlandı.

İslam medeniyetinin ve Müslüman ülkelerin hâkim olduğu bir bölge olan Ortadoğu bir anlamda İslam dünyası olarak görülmektedir. Bundan dolayı Ortadoğu, bu yeni anlayıştan en çok etkilenen coğrafya oldu.

Beyaz adamın genlerinden gelen Emperyal ve sömürgeci kod, ABD'nin uluslararası toplumla ortak hareket etmek istememesini, genellikle tek yanlı olarak davranmasını sağlamıştır. Çünkü on yıllardır, içte ve dışta yapmak istediklerini ne pahasına olursa olsun tek başına yapabilmişti neticede.

Hemen hemen bütün uluslararası platformlarda, uluslararası toplumun ortak çıkar veya küresel fayda anlayışının dışına çıkarak, hegemon bir devletten beklenmedik bir biçimde ulusal çıkarlarını öncelemektedir.

ABD, Bugün itibariyle Dünya nüfusunun % 40'ını oluşturan 35 devlete karşı tek taraflı ekonomik ambargo uygulamaktadır.

ABD'nin bu tek yanlı politikaları, bugün artık müttefikleri tarafından bile eleştiri konusu olmaktadır.

ABD'nin yarım asırlık müttefikleri bile, artık, tek yanlı dayatmaya dayalı siyasetten şikâyet eder duruma gelmişse, mevcut durum, Amerikalıların istediği gibi değildir demektir.

Öyle ki; Latin Amerika ülkelerinde anti-Amerikancılık, iktidara gelmek için kullanılan en önemli söylemlerden biridir. Çünkü halkın yönelimi bu yöndedir. Neticede, Venezüella, Bolivya ve Şili gibi bu bölgedeki iktidarların büyük bölümü Amerikan karşıtı partilerin ve liderlerin elinde bulunmaktadır.

Netice itibariyle, ABD'nin, tek taraflılığın, zıddını da ürettiğini bilmesi gerekir. Küreselleşme süreci ve artan karşılıklı bağımlılık, tecritçi politikayı giderek, imkansız ve anlamsız kılmaktadır.

ABD'nin, Dünyadaki bu son gelişmelerden çıkarması gereken en önemli ders, artık tek başına hareket edemeyeceği gerçeğidir.

Son zamanlarda, ABD'nin bu tecritçi ve tek yanlı tutumundan hoşnut olmayan, Dünyanın önde gelen güçleri, bu tek taraflılığa karşı bir güç birliğine gitme yolunda, önemli adımlar atmaya başladılar.

Çin ve Rusya'nın öncülüğünde oluşturulan Şanghay İşbirliği Örgütü, bunun en önemli kurumsal göstergelerinden biridir.

ABD politikaları, dost ülkeleri de hedef almaya başlayınca, Hindistan gibi, on yıllardır ABD müttefiki olan ülkeler de Amerikan hegemonyasından endişe etmeye ve oluşan bu muhalif cepheye yanaşmaya başladılar. Yani, ABD dostlarını da kaybetme sürecine girdi aslında.

Böyle bir durumda hegemonyasını ne kadar devam ettirebilir, tartışılır.

Ve ABD, Artık tek başına, bölgesel ve küresel sorunları çözememekte, diğer küresel güçlere ve bölgesel devletlere bağımlı duruma gelmektedir.

Amerikan gururunun ve şiddet temelli kültüründen dolayı, ABD'nin, tarih boyunca en iyi konuştuğu dil, en kestirme yöntem olan savaş dili olmuştur.

Daha fazla güç kullanılarak, Dünyanın, Amerikan değerlerini benimsemiş duruma geleceğini ve küresel istikrarı sağlayacağını düşünen aklın, ABD yönetiminde daha etkin olduğu görülmektedir.

Bu politika, ABD'yi dünyanın en alacaklı ülkesinden en borçlu ülkesine dönüştürdü.

Farklı bir algılamaya sahip olan dünya toplumları ve devletleri, artık ABD'yi “tepede parlayan şehir” olarak görmemekte ve hegemonyasını benimsememektedir.

Fakat binlerce yıllık bir tarih, kültür ve sağduyu karşısında, bazı şeylerin rahat değişemeyeceğini anlamak için, ABD'nin 250 yıllık tarihi yetmiyor ne yazık ki.

Vesselam.