08 Ekim 2017

Acıtıcı sosyolojik gerçekler

 

 Şark toplumları yaşadıkları tarihi kırılmaları yaygın olarak komplolarla açıklama kolaycılığına kaçıyorlar. Bu alışkanlık onları geliştirmek yerine anlamsız bir tevekkül duygusunun  ve fikir tuzağının içine itiyor.

 Tıpkı sosyolojik olarak ömrü tükenen Osmanlı Devleti'nin yıkılışının komplolarla izah edilmesi gibi bir başka fikir tuzağı bu.

 Komplo hiç mi olmaz? Olur, ancak bütün komplolar sosyolojik gelişmeler üzerine bina edilir. Sosyolojik değişimi okuyan komployu yener. Değişimi okuyamayan, bütün yenilgi ve zaafiyetlerini komploya yüklemek kolaycılığına sapar.

 Osmanlı Devletinin ve medeniyetinin zirvesi olan Dersaadet İstanbul'un son yüzyıl fotoğraflarını dikkatle inceleyenler bu gerçeği görürler.

 İstanbul'un zamana yenikliğini, İstanbullunun hayat karşısında tükenmişliğini gösteren silik fotoğraflardır bunlar...

 Aziz İstanbul yok olmanın eşiğinde, Canım Üsküdar eski günlerin hasretinde,  Mübarek Eyüp acımasız bir sahipsizliğin pençesinde...

 Bundan sonraki tarihi ve siyasi gelişmeleri isteyen komployla izah eder, kendini rahatlatır, isteyen sosyoloji ile izah eder, geleceği yeniden kurarken kendisi için dersler çıkarır.

 Nitekim yakın tarihimizi anlatan bazı eserlerin satır aralarında bu sosyal tükenmenin çok çarpıcı izlerine rastlamak mümkün. Bu satır aralarından Osmanlının koca koca şehirlerinin zamana yenik düştüğünü, kıtalararası çatışmalara giren Osmanlı Ordusunun fiziken tükendiğine şahit oluyoruz.

 Demokrat Parti Hükümetlerinde Başbakan Yardımcılığı yapmış Samet Ağaoğlu Erzurum vilayeti ile ilgili derin hayal kırıklığına şu sözlerle Siyasi Günlüğünde yer vermiş:

 (....) Bununla beraber Anadolu'da nasıl bir hayat yaşandığının ilk defa bu gezintilerde sezmiştim. Böyle bir tetkik seyahatinde bindiğim otomobilin şoförü, “Erzurum'a geldik” dediği zaman, “Nerede?” diye sordum. Şoför elini uzatarak, “İşte, şimdi çarşıya gireceğiz” cevabını verdi. Halbuki önümde sadece bir yangın yeri, toprak içine kazılmış dükkanlar, küçük kerpiç evler ve bir, iki cami kubbe ve minaresi vardı. Kendimi tutamamış, “Erzurum bu mudur?” diye bağırmıştım. Hayalimdeki Erzurum'la gördüğüm arasındaki fark ne büyüktü Allah'ım...

 1.Dünya Savaşında Doğu Cephesinde subay olarak görev yapmış Faik Tonguç'un Hatıralarında da bu büyük tükenişin izleri mevcut:

 (...)Bütün gün yol boyunca Türk halkının bakımsızlığından, zavallılığından konuştuk. Kasabalar, köyler ve köylüler hiçbir himmet görme­miş, boyuna soyulmuş, askere alınmış, sağlık durumları hiç düşünülmemişti. Korkunç bir sefalet ve perişanlık içinde yüz­dükleri görülüyordu. Yüreklerimiz sızlıyordu. Hayvanlara yem vermek için bir köyün yakınında durduğumuz sırada köylüler yanımızdaki Alman'ın doktor olduğunu haber alınca, hemen dört tarafımızı yaralı bereli, hasta 20-30 kişi aldı.

 Doktor da üşenmeden, usanmadan sandıklarını, kutularını açıyor, çeşit çeşit ilaç çıkarıyor, hastaları birer birer muayene ederek, bu bahtsız insanların çıbanlarını, yaralarını sarıyor, öğütler veriyordu. Alman doktor yürekten gelen bir yakınlık­la, acı acı konuşuyordu: "Küçük bir himmetle binlerce insan kazanabilirsiniz.  Başlangıçta önemsiz gibi görünen bu hastalıklar, genel nüfus üzerine büyük darbeler vurur; şu çamur, toprak yığınlarında ömürleri sefaletle geçer gider."

 Uzaktan kulağa boş gelen Niğde, Konya gibi şehirleri gördüğü zaman İnsan hayal kırıklığına uğruyor, baştanbaşa kara, kasvetli manzara insana çok dokunuyordu.

 Kayseri'yi gördüğümüz zaman, doktor hayretler içinde kal­dı. Kitaplarda okuduğumuz. 72.000 nüfuslu, ticaret ve sanayi ile meşhur büyük şehir, daracık sokakları, kapkara evleriyle Ortaçağ yadigârı bir harabeymiş. Kapalı çarşısından başka görülecek bir tarafı yoktu. Birçok Selçuklu eseri varsa da ge­nellikle bakımsız, harabe halindeydi.

 İstanbul'un Konya'nın Kayseri'nin sosyolojik olarak yenik düştüğünü göremeyen İttihatçı maceracılar Yemen'de Trablusgarp'ta bitmek tükenmek bilmeyen yeni maceralara atılıyorlardı o günlerde. Hangi ordu ve askerle?

 İşte onun cevabı:

 (...)Bugünlerin en önemli meselesi, karşımızdaki düşmandan çok, iaşe işi olmaya başladı. Yolların çamur deryası haline gelmesi, taşıtların azlığı yüzünden bölükler ciddi bir açlık tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyordu. Yüz elli dirheme (480 gr.) inmiş olan asker tayını bile verilmez oldu.  Subaylara verilen de kuru peksimet, ara sıra gelen bir parçacık etten ibaretti. Bu böyle devam edebilse yine memnun olacaktık, zaman oluyordu ki bunu da bulamıyorduk.

 Askerin hali pek feci olmaya başladı, Bir gün ihtiyatta bulunduğumuz köyden, ileri hattı teslim almaya giderken, askerin arasında bilinen pancar, yemlik, kuzukulağı gibi otları yemek için her biri bir yana dağılıverdiler. Dağılan askeri toplayıp mevziye götürmek için bir hayli zahmet çektim. Gerçekten ot yemek mecburiyetindeydik. Açlık hiçbir şeye benzemiyordu.Açlık sağlam yapılı bu köylü çocuklarını zayıf, cılız bir hale getiriyordu; dayanma güçleri düşüyor, yürürken şurada burada yığılıp kalıyorlardı.

 (...)İstanbul'dan ayrıldıktan sonra ilk defa olarak pantolon ve ceketimi çıkartarak yattım. Hastalığım zamanında bile elbiselerimi çıkartmak kısmet olmamıştı. Üç aydır çamaşır bile değiştirmemiştim. Birkaç defa çamaşırımı suda ıslatarak kar üstünde bırakmıştım. Bundan maksat, elbiselerimde pek bol bulunan zararlı haşaratın donmasını temin etmek ve geçici de olsa bunlardan kurtulmaktı. Fakat bu usulle bitler donup ölüyor, yumurtalar yine canlı kalıyordu. Dikiş yerlerindeki bu yumurtacıklar vücudun sıcaklığıyla canlanmaya başlayınca, büyükleri aratacak derecede şiddetle küçücük hortumlar faaliyete geçiyor, canımızı yakıyorlardı. Bit belasından kendilerini yüksek rütbeli subaylar bile kurtaramıyorlardı.

 Şüphesiz bir kişinin gözlemiyle bir dönemi mahkum etmek bilimsel bir yaklaşım olamaz. Ben bu dönemle ilgili okuduğum kitapların tamamında bunlardan daha korkunç ve hüzünlü şahitliklere rastladım. İşin özeti şu: Sosyolojik olarak tükenen Osmanlı Devleti yaklaşık 100  yıllık mukavemetin ardından fiziki olarak da tükeniyor ve varlığı sona eriyor.

 Yaşanan tükeniş sürecinde İslam Ümmetinin refleksleri birbirinden pek farklı değildi.

 Mısır Sultanı Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından tahsil için 1826 yılında Paris'e gönderilen Rifai Rafi Tahtavi (1801-1873)Fransa topraklarına ayak bastıkları Marsilya'da karantina uygulamasına tabi tutulduklarını, halbuki bu uygulamanın o günlerde Mısır'da ‘İslam'a göre caiz olup olmadığının tartışıldığını' anlatıyor.

 Şimdi bu günlerde devlet ve millet olarak o günlere göre daha iyi durumdayız çok şükür. Ne var ki İslam Aleminin refleksleriyle Batılıların refleksleri aynı değil. Onlar Sünnetullah'ın bir gereği olan çalışma disiplini ve terakkiye uygun davranıyorlar. Bizler ise  bu konuda niyetli ve gayretli değiliz.

 Geçen hafta katıldığım uluslararası bir toplantıdan örnek vereyim:

 Toplantıda Faslı, Pakistanlı, Bangladeşli, Yunanlı ve Romanyalı konuşmacılar vardı. Müslüman ülke konuşmacıları üç ortak şeyi yaptılar: 1) Konuşma sürelerini fazlasıyla aştılar 2)Kendi ülke yönetimlerine methiyeler gönderdiler 3) Konuyu anlatmak yerine başka konulara yöneldiler.

 Romanya'dan gelen konuşmacı ise sadece konusunu anlattı, yönetime bir methiye göndermedi ve en önemlisi konuşmasını zamanından bir dakika önce bitirdi.

 Bütün bu acıtıcı gerçekleri görmezden gelip tarihi ve güncel olayları komplolarla açıklama alışkanlığından vazgeçmedikçe aynı kırık plağın nağmelerini dinlemeye devam edeceğiz demektir.

 Ağaoğlu Samet,(1993), Siyãsî Günlük,İstanbul: İletişim Yay

 Tahtavi Rifai Rafi,(1991),Paris Gözlemleri, İstanbul: Ses Yay

 Tonguç Faik,(2015),1.Dünya Savaşında Bir Yedek Subayın Anıları, İstanbul: İş BankasıYay