03 Nisan 2017

Anadolu irfanı nedir?

 “Arif” kelimesinin “bilen, vakıf, tanıyan, anlayışlı, kavrayışı mükemmel, irfan ve marifet sahibi” anlamlarına geldiği ifade edilmiştir. Bu tanımlamayı veren İsa Çelik'e göre (Tasavvuf Tarihinde Arif Kavramı, Tasavvuf Dergisi, s: 25-52, 2004) “Allah Teâlâ'nın kendi zatını, sıfatlarını, isimlerini ve fiillerini müşahede ettirdiği kimselere arif denir (…) Arif, marifet, irfan, mastarlarından müştak olup, tanıyan ve farkında olan demektir. Arifin bilgisine marifet denir. Bir'e giden yolu gösteren anlamına da gelen marifet, Arapça “a-r-f” kök fiilinden türetilen bir mastardır. Lügatte, sezgi, iç tecrübe, hissetme ve yaşama yoluyla idrak etme, anlama, kavrama, bilme, sağlam görüş, hakikate vakıf olma, görüp yaşayıp tadarak elde edilen bilgi olarak tarif edilir” (Çelik, 2004: 26).

İsa Çelik'e göre “Mutasavvıflar ilim elde etmenin iki yolu olduğunu ifade etmişlerdir: 1) İnsanı eğitim ve öğretim yolu olan istidlal, tecrübe ve istinbat yolu ile elde edilen ilimler. Bu ilimlerin vasıtası duyu organları, akıl ve nakildir; 2) Rabbanî eğitim yolu olan, keşf ve ilham vasıtasıyla elde edilen ilim. İlmin bu çeşidi (bilgiyi) Allah'ın kulunun kalbine ilka etmesiyle hâsıl olur. Mutasavvıflar keşf ve ilhama dayanan ve kendilerine göre rasyonel bilgiden daha üstün bu bilgi türüne, marifetin yanı sıra, irfan ilm-i ledün, ilm-i vehbi, ilm-i batın ve benzeri isimler de vermişlerdir. Yine onlar (…) marifeti elde etme yolunun kalp tasfiyesi olduğunda adeta ittifak etmişlerdir” (Çelik, 2004: 27-28).

Buraya kadar “A-r-f” ya da “R-F” kökünden gelen “bilmek” ile L-M (İlm) kökünden gelen “bilmek” arasında bir tefrik yapılmış oldu. Bu iki kökten türetilen terimler neredeyse bir sözlük oluşturacak kadar çoktur.

İsa Çelik, makalesinde âlim – arif tefrikine de yer vermiştir. Bu tefrikin hülasası şudur: Âlim, ilmi tahsil ve çalışma sonucu elde eder. Arif ise irfana, ilham ve hal ile ulaşır. Âlim Allah'ı delille bilir, arif ise Allah'ı Allah'la tanır. İlimin elde edilmesinde âlimin dini ve ahlaki şahsiyeti fazlaca önemli olmadığı halde marifete ulaşmada şahsiyet merkezi rol oynar. Âlim zihni faaliyetle mutlak surette bilen, arif ise ahlaki ve manevi arınma sayesinde sezgi gücü ve derunî tecrübe ile öğrenen, anlayandır. Arif tamamen manevi sezgiyle âlemi müşahede eder. Marifet, ilim gibi çalışma ve gayretle elde edilen bir bilgi değildir. Ona ancak ibadet ve taatlardaki ihlâs ve takva ile riyazet ve nefsi tezkiye ile nail olunur. Sofiler bilgiye güvenme bakımından arifin âlimden daha üstün olduğu görüşündedirler. Âlim bilgisine güvenmekte, ilmi faaliyetleri ilerledikçe bilgisinin de arttığını düşünmektedir. Oysa arifin marifeti arttıkça hayreti artar ve bu şekilde hayreti bilgisini aşar; sonunda marifetten aciz olduğunu idrak etmesi en yüksek mertebe olarak kalır. Bilgi bir vasıtadır, gaye değildir; bilgi ile aczini ve noksanını bilen kişi ariflik mertebesine ulaşır! İlmin elde edilmesi için dini yaşama zarureti yoktur. Bu yüzden sufiler birinin amelsiz olduğunu ifade etmek istedikleri zaman ona âlim veya molla derler. Âlimle örnek alınır, arifle hidayete erişilir. Sufiler marifeti, sülukun en büyük hedefi olarak telakki etmiş ve tasavvuftaki diğer bütün hedefleri, bu hedef için bir vasıta olarak görmüşlerdir. Şayet tasavvufî hayatın “Allah ile irtibatı amaçladığı” ifade edilse, çoğu sufilere göre, muhabbetullah yoluyla elde edilen marifetullah veya marifetullah yoluyla elde edilen muhabbetullah olmadan bu irtibatın hiçbir manası yoktur. Mutasavvıflara göre Allah, irfan yoluyla tanınabilen bir hakikattir ve Hak adına idrak edilen her şey O'na bir işarettir. İlmin zıddı cehl iken, marifetin zıddı, inkârdır. İlim kesbî iken, marifet vehbîdir. İlim daha genel bilme iken, marifet özel bilmedir. Ebu'l-Hüseyn en-Nûrî, konu ile alakalı olarak şöyle demektedir: Allah Teâlâ ilmi herkese mubah kıldı. Marifeti velilerine layık gördü” (Çelik, 2004: 30-32). Çelik'in bu ifadeleriyle az sonra nakledeceğim ifadeleri çelişir: “İlim marifetten daha şümullüdür. İlim ilahi bir sıfattır, marifet ise, tabiatla, var oluşla ilgili Rabbani bir sıfattır. Buna göre Allah Teâlâ'ya arif denmez, âlim denir. Çünkü âlim küllî ve cüzîyi veya mürekkebi bilen, arif ise ancak cüziyi veya basiti bilen zattır. Âlim bir şeyin hakikatini, ilm-i bari gibi huzurî ve kulların ilimleri gibi husulî olan şeyleri bilir. Arif bir şeyi hadd-i zatında olduğu gibi bilir ise de evvelce onu bilmez” (Çelik, 2004: 32). Anlamlandırma krizini aşmak için başka bir paradigma gerekmektedir.

Yukarıdaki öğreti “irfan-urf” bilgisinin ancak ibadet- taatlardaki ihlâs-takva ya da riyazet ve nefsi tezkiye ile nail olunan “bilgilendirme” olduğuna işaret etmektedir. Oysa Horasan marifeti, riyazet/tezkiye/ibadetleri artırma ile ilişkili değildir. Bu marifetin fütüvvet ve ahîlikten bağımsız olmadığı fütüvvetnâmelerden de anlaşılmaktadır.

Ahîlerin, fütüvvet yapılanmalarının ve Ehl-i beyt topluluklarının birbirinin yerine kullanması gerekmektedir. Bu üç yapı, aynı marifet silsilesini ifade etmektedir. ‘Ahî/feta/Ehl-i Beyt toplulukları'nın kavramları, İslâm toplumlarındaki sufiler tarafından tevarüs edilip anlamları devlet-tekke-toplum ilişkileri için işlevselleştirilip yeniden muhtevalandırılmıştır. Yukarıda İsa Çelik'in araştırmasında görülen “arif-irfan-marifet” terimlerine ilişkin tarifler, ahîlik ve fütüvvetten arındırılmış sufiliğe ait tekke-dergâh yapılanmasının ihtiyaçları için ya da siyasal alanın tekkeler üzerinden tanzim edilmesi arayışına cevap bulmak için yapılmaktadır. Bu tariflerle “Anadolu irfanı” adı altında, Ahîlik/fütüvvet/Ehl-i Beyt topluluklarına ait olup Hz. Âdem'den başlayarak Hz. Muhammed'e (asv) ulaşan “nübüvvet nuru”nun Hz. Peygamber'in (asv) Hz. Ali'ye (ra) hırka giydirmesi ile devam eden “velayet nuru”yla bağı kaybedilmektedir. Tarihi kayıtlara göre, Anadolu'ya gelen Türkmenler sufilerin anladığı gibi riyazet ehli değildir.

O halde Anadolu irfanı nedir?