Arz-talep kıskacına hapsolan sanat eğitimi açmazı
Bile-isteye sanat eğitimi almış biri olarak şöyle bir cümle kurmam hoş görülebilir umarım:
Memleketimizin eğitim sistemine göre, sanat ile ilgili ve
ilişkili bir hedefiniz yoksa sanat eğitiminden mahrum kalırsınız; çünkü sanat
şuuru kazandırmak adına verilen eğitimin sanatla ilişkisini çözmek de yine
sanattan haberli olmakla mümkün.
O zaman sanat eğitimi salt sanat için verilmiyor mu?
Aslında bu sorunun doğru cevabı, hayır. Diğer taraftan
Türkiye söz konusu olduğunda, bilhassa Cumhuriyet’in kuruluşu itibariyle
okullarda verilen sanat eğitimi, toplum mühendisliği adına hep önemli bir
paydaya sahip oldu. Bu da sanatın ideolojik bir silah olarak görülmesini
kolaylaştırdı, inançlı kesim için tehlike arz etti ve toplum hafızasına öyle
yerleşti. Kültürel iktidar meselesinin merkezinde ve tarihçesinde de yine bu
kadim sanatları hiçe sayan, zihinleri bulandıran toplum mühendisliği var. Bu
ayrı bir yazının konusu.
Bu yazının meselesi, ilköğretim ve liseden mezun olmuş
milyonlarca ferdin günden güne hakiki sanata daha yabancı oluşu, incelik ve
feraset kazandıracak bir sanat eğitiminden mahrum kalışı.
Türkçe ve Edebiyat derslerine bakınca;
Okullarımızda ilköğretim sürecinde, okuma-yazma eğitiminin
ardından dilbilgisini de içeren Türkçe eğitimi veriliyor. Belirli kurallara
dayandırılmış dilbilgisi eğitimi, kıdemli edebiyat örneklerini içerse de
öğrencilere teknik bir ders olarak yansıyor. Türkçenin güzelliğini ve lezzetini
ortaya koyan metinlerin birer sanat eseri olduğu gerçeği, sınav çabası yüzünden
öğrenciye neredeyse hiç aksetmiyor.
Lise dönemindeki edebiyat eğitimi de kısmen böyle.
Edebiyatın bir sanat kolu olduğu kuru bir bilgi olarak aktarılıyor.
Coğrafyamızdaki edebiyat akımları dönem dönem inceleniyor, şiir yazım kuralları
ve vezinler öğretiliyor, edebiyatın kendisinden ziyade tarihçesine ağırlık
veriliyor. Evet şiir tahlilleri, hikâye tahlilleri, roman tahlilleri çok
kıymetli. Ancak bu tahlillere geniş yer ayrılması biraz da eğitimcinin
denetiminde.
Eğitimci denetimi de birkaç yönüyle tartışmalı. Edebiyatın
yorumlanabilir oluşu ve sanat ciheti kimi eğitimcilerin gündeminde değil. Diğer
taraftan eğitimcinin ideolojik tavrı, edebiyat adına orta konmuş eserlerin
-öğrenci adına- hangisinin sanat olup olmadığını da belirliyor. Zira bu konuda
milletçe bir uzlaşma içinde olamadığımızın resmi, en net okullarımızda ve
eğitimcilerimizde beliriyor. Dolayısıyla edebiyatın bir sanat türü olduğu
meselesi çoğu kere ikinci planda kalırken kısmen “teknik” bir ders olarak
okutuluyor ve öğrencinin okuyabileceği kitaplar ve onlara getireceği yorum da
eğitimcinin tercihlerine terk ediliyor.
İlköğretimde, özellikle ilk yıllarda görsel sanatlar
(2006’dan önce resim-iş deniyordu) ve müzik, çocukları heyecanlandıran dersler.
Bu dersler sayesinde hem tekniğe yoğunlaşmış derslere hem de okuma yazma
sürekliliğine ara verilmiş oluyor. Hem eğlence vaat ediyor, hem de mutlu
ediyor. Zaten fakültelerdeki sınıf öğretmenliği eğitimin müfredatında bu iki
derse geniş yer ayrılıyor. Ancak birçok eğitimci adayı bu derslerde başarılı
olamıyor; zaten temelde böyle bir eğitimden mahrum kamış. Böylece eğitim aktarımı da sınıf öğretmeninin
yeterliliği/yeteneği ile doğrudan ilişkili oluyor.
Resim ve müzik eğitimini ciddiye alan kimi eğitimciler,
çocukların verimleriyle sergiler açtırıyor, koro ekipleri kuruyor ve birçok
etkinlik yapıyor. Ancak kimi veliler tarafından çocukları “fuzulî” yere
oyalamakla, sınava hazırlamayı önemsememekle suçlanıyorlar. Onların da zamanla
bu hevesleri törpüleniyor.
Elbette bu resim ve müzik derslerinde verilen eğitimin
niteliği ve muhtevası ayrı mesele. Bilhassa liselerde âdeta “ayak bağı”na
dönüştüğü düşünülen bu dersler, 2020’den sonra seçmeli hâle getirilmiş. Bu
çerçevede beden eğitimi ve spor, görsel sanatlar, müzik, sağlık bilgisi ve trafik
kültürü gibi derslerin kaderi seçenin elindeydi. Güncel verileri incelediğimde
bu derslerin ikişer saat olarak zorunlu derslere dâhil edildiğini gördüm.
Seçmeli derslerde ise “Güzel Sanatlar” başlığı altında görsel sanatlar, müzik,
sanat tarihi, drama ve müze eğitimi gibi içeriği genişleten ve umut veren
başlıklar vardı.
Peki bu “seçme” özgürlüğü sonucu talep ne durumda?
Aslında çocuklar ve gençler, kendilerine tavsiye edilmemiş,
gösterilmemiş, izahı yapılmamış, günümüz şartlarına göre internet reklamlarında
karşısına çıkmayan hiçbir alana talip olmuyor. Din eğitiminde olduğu gibi sanat
eğitiminde de istekli olabilmeleri için en azından aşina olmaları ve bir temele
sahip olmaları gerekiyor.
Ailenin sanata yatkınlığı (icra veya seyir) varsa, evin
duvarlarında mümkün mertebe birkaç sanat eseri veya kopyası mevcutsa, ebeveyn
sanat kitaplarına ilgi duyuyorsa, aile gezmelerine anıt eserler, müzeler, ecdat
yadigârları dâhil ediliyorsa, el emeğine hassasiyet ve saygı varsa çocukların
aşinalığı da algısı da buna göre şekilleniyor elbette.
Arz-talep meselesine dair güncel araştırma sonuçlarına
maalesef ulaşamadım. Bunun bir ihtiyaç olduğunu Millî Eğitim Bakanlığı
yöneticilerine iletmiş olayım. Bulabildiğim birkaç rapor, ya nesnellikten çok
uzaktı ya da sadece bir ille kısıtlı, ülke geneli hakkında bilgi içermeyen
metinlerdi.
Millî Eğitim Bakanlığı’nca hazırlanan yönetmeliğe göre bir
okulda bir dersin başlayabilmesi için şubesi fark etmeksizin en az 10
öğrencinin o dersi tercih etmesi gerekiyor. Öğrencilerin seçmeli ders
konusunda genelde okul yönetimi tarafından yönlendirildiğine dair haberlerle de
karşılaştım. Bu da sınavlara katkı sunabilecak ve belki okul kadrosunun izin
verdiği başlıkların tercihine sebep olabilir.
Velhasıl, ayaküstü sorulan “Okuyor musun?” sorusuna bile,
“Hayır, hiç okumuyorum. Vaktimi oyunlara ayırıyorum” diye cevap verirken
rahatsızlık duymayan, okumayı ve benzeri kültür aktivitelerini gerekli bulmayan
gençlere sahip olduğumuza göre kültür sanat eğitimi adına düşünülmesi ve
yapılması gereken çok şey olsa gerek.