02 Haziran 2017

Aşağılık Karmaşası versus Milli Maarif

Bir “şey”in ne olduğunu o şeyin referans aldığı ana kavram ve kendisine eklenen sıfatlar belirler. Hayat tek katmanlı olmadığı için referanslar da bakılan açıya/perpektife göre değişik kavram ve sıfatlarla tanımlanır. Estetik açıdan güzel ve çirkin kavramları ile görülen “şey”, ahlaki olarak doğru ve yanlış üzerinden okunur. Bunların muhtevasını belirleyen ana ilkeler/miyarlar ise intisap edilen medeniyet, sahip olunan kültüre bağlıdır ve bunların “millet asabiyesini” hangi yönde sevk ettiği hususları önemlidir. Bu çerçeve pek çok alana olduğu gibi hayati düzeyde önem taşıyan eğitimin istikametine yani gençliğin alacağı ve ülkenin gidişatının belirleneceği doğrultuya da tesir eder.

Devlet, ülke ve milletin bu manadaki gidişatını yürütür. Son asırlarda medeniyet tercihlerimiz daha çok “batı” uygarlığı referanslarında gelişti. Bu doğrultuda eğitim anlayışımız da bu istikamette şekillendirdik. Lakin batı veya herhangi bir istikametten baktığımızda orada medeniyeti var kılan, medeniyetin o büyük döngüsünün tezahürleri ile ilgilenmek yerine tarihi bir zeminde var edilmiş, belirli siyasi ve sosyal koşullara bağlı sonuçları medeniyetin kendisi zannederek almaya kalktık. Sorular, yöntemler ve esaslarla uğraşmak yerine sonuçlar ve cevapları iktibas ve taklide kalkıştık. Bu durum bizi düşünen ve anlayan olmaktan çok alan ve uygulayan konumunda bıraktı. Hâlbuki aldığımızı ve aldığımızın yerini, durumu çok da göz önüne almadık çoğu zaman. Mefhumuna vakıf olunmayan manaları sevdik. Nurettin Topçu'nun tespitiyle, “Bugün büyük Batı kültürünün ağırlık merkezi, hikmet ve felsefe, sanat ve edebiyat değildir; fizik ve kimya ilimlerini kendisine hizmetkȃr yapan büyük tekniktir. Batı dünyası, kendi temellerini teşkil eden eski Yunan hikmetinin büyük üstadı Sokrat'ın felsefeyi fizikten ahlaka yükseltmesine karşılık, asrımızın insanını ahlaktan fiziğe çevirmiş bulunuyor. İki dünya harbinden bu yana Batı maarifi, kuruluşundaki ruh ve ahlaktan bütün bütün sıyrılarak sanayinin emrine girdi. Bu hal Batı medeniyetinin yıkılışıdır” (Nurettin Topçu, Türkiye'nin Maarif Davası, 36) İşte bunu göremediğimiz için tekniği bizzat medeniyet zannederek teknisyen ve memur yetiştirmeyi eğitim sandık. Taklidi yeterli saydık, bu belirli bir çerçeve içinde doğru olarak sunuldu; aradığımızı bilmediğimizden her bulduğumuza meftun olduk. Daha fecisi o yere ideolojik bir inançla sarılanlarımız oldu. “Çoğunluğa göre ise her fikir ve hareketin doğruluğunun, delili dışarıdadır; değerlerin ve hakikatlerin bütün delilleri, bütün belgeleri Batı'da bulunmaktadır. Bir fikir ileri sürüyorsunuz; lâkin acaba Almanlar da öyle mi düşünüyor? Bir iş yapacaksınız; acaba Amerikalılar da öyle mi yapıyorlar? Aşağılık karmaşasından gıdalanan bu taklit içgüdüsü, zehirleyici bir parazit gibi bütün hür düşünceyi ve bahtiyar iradeyi bizde boğmuş bulunuyor.” (Maarif Davası, s. 23) Böylece başkalarının düşüncelerinin sonuçlarını, doğurucu kavram ve süreçlerini düşünmeden, arka planlarına bakmadan bunu düşünecek bir muktesabata asla sahip değilken uygarlık tüketicisi olmaktan öteye geçemedik. “Batı'nın fikir mahsullerini şüphesiz ve tenkitsiz, saf bir itaatle alan dimağlar, bu fikirleri getirmekle ilim yaptıklarını zannettiler. Tercüme ile taklitten ibaret münevver faaliyeti, hakikat aşkını doğuramazdı… Mektepte öğretim, hakikî araştırma yollarını bulduracak yerde, Batı'nın fikir pazarından aldıklarımızı genç dimağlara nakletmekten, ezberletmekten ibaret bir çalışma oldu… Her devrin siyasi hâdiseleri, maarifimizi Batı milletlerinden birinin maarifine esir etti. Bu kültür tabiiyeti, sırasıyla Fransız, Alman ve Amerikan maarif sistemlerini şüphesiz ve tereddütsüz kabul etmiştir.” (Maarif Davası, s. 83)

Hakikat araştırma yollarını bilmemek, nakille ve ezberle yetinmek bugünkü kültür esaretinin esas zemini oldu. Bugün hala eğitim sistemimiz yöntem, yol-yordam öğretmeye odaklı değildir. Sağdan soldan kes yapıştır eğitim usullerinin yapboz tahtası haline gelen maarif dünyamız bir olmazdan diğerine kıvranıp durmaktadır. Eğitim camiasının fideliği olan Edebiyat ve Eğitim Fakültelerinin bu yolda bir eğitimi aramaz, düşünceye ve yeniliğe yol açamaz hallerini de göz alırsak Topçu'nun fikir çilesini çektiği serencam sürgit devam ettiği aşikârdır. Referanslarımızı otantikleştirip bunun da evrensel bir çerçeveye yükselmesi idealini taşımadıkça,  medeniyet ırmağının ana damarına kovamızı daldırıp ab-ı hayata ulaşamadıkça vaziyetin değişmesini beklemek hayalperestlik olacaktır.

Peki, bu durum neye sebep oldu? Uygulamalı bilimlere meftun olarak mühendislik, tıp gibi alanlarda hazır olanı alıp paket olarak öğreterek bir uygarlık taşeroncusuna dönüşmenin bedeli nedir? “Zamanımızda adeta millî mukaddesatının hizasına yükseltilen tekniğe bağlı değerler, en fazla kazanma gücü, millet kültürünü azar azar ortadan kaldırmaktadır. Yürütücülerin güttüğü maarif dâvası sadece teknik dâvasıdır. Bütün mektepler fen mektebi olma yolunda, millî mektep de can çekişmededir. Yabancı dilde öğretim yapan mektepler Türk çocuğu için ideal mekteb oluyor. Bu hal yakın bir gelecekte milliyet ve kültür dâvasının mezarı başında ağlıyacağımızı haber vermektedir. Hakikat şu ki, millet bünyesinde inkılâplar mektepte başlar ve her milletin, kendine özel olan mektebi vardır. Millî mektep, zihniyet ve örflerde, metodları ve müfredatile, terbiye prensipleri ve psikolojik temellerde, hattâ binasının yapı tarziyle kendini başka milletlerinkinden ayırır.” (Maarif Davası, s.12) Milliyet ve kültür davasının mezarı başında ağlarken buna mukabil beklenen, yapılması icap eden nedir? Topçu'nun buna çok enfes bir cevabı vardır: “Bize bir insan mektebi lâzım. Bir mektep ki bizi kendi ruhumuza kavuştursun; her hareketimizin ahlâkî değeri olduğunu tanıtsın; hayaya hayran gönüller, insanlığı seven temiz yürekler yetiştirsin; her ferdimizi milletimizin tarihi içinde aratsın; vicdanlarımıza her an Allah'ın huzurunda yaşamayı öğretsin. Bu mektepde edebiyat, tarih ve felsefe kültürü başta gelecek ve onun yetiştiricileri sadece bir memur değil, örnek insan olacaklardır. Din görevinin bile para ile yapıldığı bir düzenin tersine çevrilmesi lâzım geliyor. Ancak böyle yepyeni bir anlayışın benimsenmesiyle Türk millet maarifini kurmak ve ruhlarımızda Rönesans açmak kabil olacaktır” (Maarif Davası, s.42)

Sosyal ve kültürel sahalarda derinleşmek ve etki sahibi olmanın yolu maarif davasının medeniyet meselesine doğru bağlanmasıyla mümkün olabilecektir. Sosyal Bilimlerinin ideolojik kaygılarımıza su taşımak ötesinde önemsenmediği ülkelerde bunun gerçekleşmesi hayaldir. Teknik ve fen elbette insanlık kadar eski, elzem ve değerlidir, ancak bunları yerli ve milli kılacak sıfat ve referansları onlara ekleyecek olan şey milli şahsiyet taşıyan zihinlerdir. Bilimin esası itibariyle ideolojisi olmaz lakin onu belli amaçlar ve sebeplerle istihdam edenler söz konusudur. Bunu tarif edecek olansa sosyal bilimlerdir. Bilimin “biyolojik doğası”nı milli kılacak olan şey ona eklemlenecek olan sıfatlardır. İnsanlığın ortak emeğine katkı da ancak bu yolla söz konusu olabilir. Yeni Söz'de Abbas Pirimoğlu'nun Fazilet ve rezilet yazısında çok isabetle ortaya koyduğu gibi biyolojik hassalara ahlaki sıfatlar eklenmesiyle iyi ve faziletli olana ulaşmak mümkündür. Bu bakımdan kurumların bürokratik biyolojisini millet için kılacak olan şey onlardan beklenen esas konu olan “fayda”yı sağlayacak faaliyet ve kavramları kazanıp buna dair ürünler vermeleriyle olacaktır. Hakikatin yollarını araştırıp, taklitten tahkike geçen zihinler yetiştirip olanların değeri bilindiğinde çark kendiliğinden dönmeye başlayacaktır.

Şehit Gün Sazak ve tüm şehitlerimize bu mübarek günlerde dua ile…

Vesselam…