30 Aralık 2022

"ASFALTIN ALTINDA DERELER VAR"

Zannımca “Ankara” denilince herkesin zihninde soğuk, gri bir hayal canlanır. Ankara başkenttir, resmidir, soğuktur. Bize has bir mimari üsluptan yoksun devasa binaları, beton ve asfaltın zapturapt altına aldığı görüntüsüyle Ankara, insan dimağında, bozuk bir gıdayı tatmış damakta kalan kekremsi tada benzer; iç daraltan bir intiba canlanır her hatıra gelişinde.  Bu Ankara dışındakiler için böyledir. Meşhur bir rivayet dolaşır ortalarda. Yahya Kemal’e “Ankara’nın nesini seversiniz?” diye sormuşlar. Cevap vermiş: “İstanbul’a dönüşünü!” Yahya Kemâl’in İstanbul’unun başına neler gelmiştir? O başka bir bahis mevzuudur.  Ya Ankara, sakinleri için ne ifade eder? Onu sakinlerine sorarak mı, yoksa bir sakini olarak mı gerçek hakikatiyle kavrayabiliriz? Bilemiyorum.

Peki, Ankara’ya bu soğuk endamı veren nedir? Onun Başkent oluşu mu? Resmi kurumların ve resmi ilişkilerin merkezini teşkil edişi mi? Ya da başka sebepler mi? Bunu çevremizdeki insanlara sorsak, birbirine benzer ya da farklı birçok gerekçe ileri süreceklerdir. Ama meseleyi şah damarından yakalamaya muvaffak bir gerekçe söyleyen olur mu? Bilinmez?

İnternette bir belgesele tesadüf ettim. Yönetmeni Yasin Semiz. Belgeselin adı “Asfaltın Altında Dereler Var.” Belgesel “Ankara’nın kayıp derelerinin hikâyesi”ni konu almış. Altın Portakal Ulusal Belgesel Yarışması’nda en iyi belgesel ödülünü almış. Belgeselin tamamını bulup izleme imkânım olmadı. Yalnızca fragmanını ve yönetmen Yasin Semiz Bey’le yapılan, belgeseli konu alan söyleşiyi izledim. Böyle bir belgesel yapılmış olması oldukça önemli.

Belgeselin fragmanı, “Ankara’da yaşayanlar günde en az yirmi derenin üzerinden geçmektedirler ve ne yazık ki farkında değiller!” cümlesiyle başlıyor. Oldukça sarsıcı bir cümle, insanı yalnız Ankara’ya dair değil, bütün şehirlerimize dair derin düşüncelerin kollarına atıyor. İnsanın yitiğini bilmemesi, onun kafa konforunun ziyana uğramamasını mümkün kılıyor. O yüzdendir ki modern çağda insan, en çok kendisine yitiğini hatırlatanlara kızıyor.

Derelerin isimleri yerli yerinde duruyor. Peki, o isimlerin sahibi olan dereler nerede? Kavaklıdere, Hoşdere, Bentderesi, Cevizlidere, İncesu, Dikmen Deresi… Daha niceleri var,  ismi mahfuz ama kendisi mahvolmuş. Sayıları yüz elliyi bulan bu dereler beton bir kanal içine defnedilmiş ve  üzeri asfalt ile kapatılmış. Altta canlı canlı gömülmüş dereler ve üzerinde modern, canhıraş, muhteris bir koşuşturmanın sürdüğü bir seyrüsefer: Modern kent hayatı…

Asfaltın ve betonun üzerini örtüğü şey yalnızca dereler mi? Yoksa beton ve asfalt kentlere derelerle birlikte canlı cenaze gibi gömülen bizler miyiz?

                “Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı / Düşün altında binlerce kefensiz yatanı” diyordu, Ankara’da, Tacettin Dergâhında yazılan bir şiir olan İstiklal Marşımız. Peki, bugünün Ankara’sında toprağa basmak mümkün mü? Ya da İstanbul’da veyahut diğer şehirlerde? Şehir diyorsam, adet olduğu üzere diyorum. Yoksa modern kent şehirden çok farklı bir yapıdır. Bu da bir bahsi diğer.

                Peygamber Efendimiz “Her insan fıtrat üzere doğar!” buyurmuştur. Yani insanın yaratılış hususiyetleri vardır. Allah insanı belli meziyetlere sahip olarak yaratmıştır ve ona emanetler yüklemiştir. İnsan, bunları muhafaza ettiği müddetçe insan kalabilir. Bunu bozar ise fıtratı bozmuş ve azgınlık yoluna sapmış olur. Allah’ın(cc)  Kitabında “ed-din” (yegâne din) dediği İslam fıtrat dinidir. Yani tabii olan, fıtrata ve insan tabiatına uygun yegâne din demektir.  Fıtrat insanın mayasıdır. O mayanın bozulmaması için insanın kendi bağlamı olan tabiatı muhafaza etmesi elzemdir. Bağlamını yitiren insan mayasını bozulmaktan kurtaramaz.

                Elest Bezmi’n[1]de o büyük soruya “Bela!” cevabını veren insan, bugün, hem bağlamı olan tabiatı hem de kendi fıtratını tahrip ederek, Ezel Bezmi’ndeki sözünü sele vermektedir.

İnsan denen varlık, ancak fıtrat/tabiat ile uyumlu yaşayarak içindeki potansiyel yüceliği açığa çıkarabilir. Toprağa düşen çiçek tohumlarının boy verip renk renk, desen desen intişar etmesi gibi, toprakla barışık yaşayan insan da öylesi güzellikleri gün yüzüne çıkarma imkânına sahiptir. Bu, elbette sureta insan olan herkes için geçerli değildir. Topraktan yaratıldığının ve toprak olacağının şuurunda olan, ekmeği ve suyu aziz bilen, yaratılanı yaratandan ötürü seven kimseler için geçerlidir. Tabiat bozulmaz ise herkes iyi insan olur, demiyorum elbet. Tabiatını/bağlamını yitirmemiş insan, iyi insan olma imkânını da yitirmemiştir, kimisi bu imkânı kullanır, kimisi kullanamaz. Ancak tabiatı tahrip etmiş, bağlamını yitirmiş insan, artık iyi insan olma imkânını da yitirmiştir. Cennetten çıkarılıp kendisi için yayılıp döşenmiş yeryüzüne indirilmiş insan yeni mekânını/bağlamını kendi eliyle yok emektedir.

                Nereden başladık, söz nerelere gelip dayandı. Dereler de öyle değil midir? Küçük bir kaynaktan, şirin bir gözeden doğarlar, yolda kendilerine nice kaynaklar katılır, sonra her birlikte bir çaya, sonra bir ırmağa dönüşürler, en sonunda bir ummana dökülür ve orada fena bulurlar.

                Halk edebiyatımızda bütün tabiat unsurları gibi derelerin de önemli bir yeri vardır. İnsanın tabiatı tahrip ederek ürettiği, sentetik malzemelerle kurduğu mekânların, araçların ve eşyaların ise türkülere konu olması muhaldir. Zira onların türkülere konu olması için gönülle bir irtibatlarının olması gerekir. Beton, asfalt, metal ve plastiğin egemen olduğu sentetik malzemelerle kurulan bir dünyada, derelerin yok olması pek tabii bir durumdur. İnsanoğlunun, kendisine suni bir bağlam kurarken gönlüyle arayı açtığının en bariz işareti, bu suni hayat formundan bir edebiyat doğmaması, onun şarkılara, türkülere konu olamamasıdır.  Yok olan derelerin ise bizden götürdükleri, sadece türkülerimiz değildir.

                Bunun böyle olmadığını bize, tabiat, zaman zaman su baskını, “sel felaketi” formunda ifade etmektedir. Ancak anlayabiliyor muyuz? Anlayamadığımız ortadır.

                Şimdi içinde “dere” geçen bazı Halk türküsü/şiiri misalleriyle sözü nihayete erdirelim.

“Dere geliyor dere

Kumunu sere sere

Al beni götür dere

Yârimin olduğu yere”[2]

 

“Dereye aşağı iner kurt izi

Kurdun ağzında bir körpe kuzu

Mevla’yı seversen ağlatma bizi

Gel koyun meleme vazgeç kuzundan”[3]

 

“Derdimi dökersem derin dereye

Doldurur dereyi düz olur gider

Irakipler geldi girdi araya

Korkarım yâr benden yoz olur gider”[4]

 

“Baharın olduğu neden bellidir

Boz bulanık akar oldu dereler

Sen de bencileyin yârden m’ayrıldın

Yine yenilendi eski yaralar”[5]

 

 



[1] Bezm-i Elest: Allah’ın (cc) ruhlara ”Ben sizin rabbiniz değil miyim?” sorusunu sorduğu, ruhların da “Bela” (evet) cevabını verdiği an.

[2] Anonim

[3] Anonim

[4] Âşık Veysel Şatıroğlu

[5] Karacoğlan- Prof. Dr. Saim Sakaoğlu- Akçağ Yayınları