Aşkın son saltanatı: Güz
Gül-şene altun varaklar zeyn idüp bâd-ı hazân
Gûyiyâ zer-kûblar dükkânı oldı gül-sitân[1]
Bâkî
21 Eylül’de
başlayan ve Şeb-i Yeldâ’ya[2]
yani 21 Aralık’a kadar sürecek olan güz faslındayız. Divan Edebiyatı’nda bu
mevsime çoğunlukla “hazan” dendiğini ve Bâkî başta olmak üzere kimi divan
şairlerinin hazan mevsimini işleyen “hazaniye”lerinin olduğunu biliyoruz[3].
Klasik
şiirimizde hazan mevsimi, hem olumsuz anlamıyla hem sevinç ve neşe mevsimi
olarak müspet anlamıyla hem de didaktik bir malzeme olarak kullanılmıştır. “Eyyâmı
hazân irdi çemen zerd-nümâdur/Bülbülleri bâğun bî-reng ü nevâdur”[4](Hazan
günleri geldi çimenlik sarı görünür/Bağın bülbülleri yine solgun ve sessizdir.)
diyen Neşatî, hazanın renkleri solduran, nağmeleri susturan yönünü konu
etmiştir. Bâkî, “Saltanat tâcın giyen âlemde mağrur olmasun/ Nice sultan börkin
almışdur begüm bâd-ı hazan” şeklinde seslenerek, hazan mevsiminde esen rüzgârların,
çiçeklerin yapraklarını, tomurcuklarını savurmasını, ölümün ya da dönen talihin
hükümdarların başındaki tacın, dolayısıyla hükümdarlığının elden gitmesine
teşbih ederek, mevsimi bir nasihat vesilesi olarak kullanır. Tâcidarzâde Cafer
Çelebi, “Çün yine seyrân ide mizâna
geldi âfitâp/ Zer-efşan oldı havâ gevher-nisâr oldı sehâb” (Yine güneş burcuna
geldi madem seyran etsin / Hava altın, bulutlar cevher saçıyor) diyerek sararan
yaprakları altına, bulutlardan dökülen damlaları ise saçılan cevhere benzeterek
hazana müspet bir mana yüklüyor.[5]
Şairler, bazen,
hazan mevsiminde sararan yaprakların yere serilmesini, sevgilinin girdiği
bahçenin zeminine altın saçılmasına ya da zeminin sırmalı kumaşlarla
bezenmesine, bazen, hükümdarın bahçeye gelişiyle yaprakların hürmet için yere
inmesine benzetiyorlar. Kimi zaman, çimenliği sararan yaprakların kaplamasını Karun’un
hazinelerinin ortaya çıkmasına bağlıyorlar. Şair muhayyilesine hazan yağmurları,
benzi sararıp solmuş sevgilinin yanaklarına yeniden tazelik sunulması olarak
aksediyor. Bazen her lezzeti bitiren ölüm oluyor hazan. Ağaçların yapraklarını
soyunmasını, dervişlerin tecrit hırkası giyinip dünyadan el etek çekmesi ve
rüzgârda çınar yaprağının yere düşmesini, hazan yelinin, şeyhine intisap eden
bir derviş gibi, ulu çınardan el alması olarak temaşa ediyoruz şair
gözünden. “Nam u nişane kalmadı fasl-ı
bahardan/ Düşdi çemende berg-i dıraht i'tibardan” diyen şair o yüzden, “Eşcar-ı
bağ hırka-i tecride girdiler/ Bad-ı hazan çemende el aldı çenardan[6]”
diye hazanı kendi muhayyilesinde bambaşka bir tablo olarak resmediyor. Şiiri
okurken, parmakları açık bir ele benzeyen çınar yaprağının, dalından, çimenler
üzerine düştüğünü görür gibi oluyoruz.
Eski edebiyatımızda,
hazan mevsiminin oldukça geniş bir yelpazede işlendiğini görmekteyiz. Tanzimat’tan
sonra, edebiyatımızda sonbahar isminin kullanılmaya başlanmasının, şiirimizde, hazan
isminden neşet etmiş mazmun ve mecazlar bakımından bir sığlaşma/kısırlaşmayı
beraberinde getirdiğini görmek gerekir.
Bu mevsim için halk nezdinde, son
zamanlara kadar, daha çok “güz” ismi tercih edilmekteydi. Küçük bir araştırma
yaptığımızda, edebiyatımızda bu mevsimin güz ismiyle hatırı sayılır bir yerinin
olduğunu seziyoruz. Mesela, onu Âşık Veysel’in “Geldi güz ayları erdi baharım/Geçirdim örümü gaflet içinde” [7]şeklindeki hayıflanmasında
buluruz. Kırşehir yöresinden derlenmiş bir mahpus türküsündeki: ”Güz gelir de goyağını kar basar/ Lalenin
sümbülün kokusun keser/ Adam sevdiğine böyle mi küser /Divane gönlümü eğlesin
zindan[8]”
dizelerinden içimize güz soğuğu düşüyor.
Ali Ekber Çiçek’te “Geldi güz ayları hava
soğudu/Benim nazlı yarda meylim çoğudu/El(e) ayrılık vardı bize yoğudu/Esti acı
rüzgâr ayırdı bizi” şeklinde karşımıza çıkıyor. Süleyman Arif Emre’nin
“Hazan çağı” şiirinde: “Ah eser hüzün ağlar/Dertliler güzün
ağlar/Solar gül yüzün ağlar/Kendini üzme güzel[9]”
mısralarında hazan ve hüznü bambaşka bir tatla duyumsuyoruz. Bütün bunların
üstüne ben de:
“Şimdi
güz, artık yazgıdır hüzün
Aylardan
sarıya çalıyor yüzün
Yüzü/n
Hüzündür
güzün” desem
unutulup gitmekte olan “güz” için bir şey yapmış olur muyum, bilemem?
Bir zamanlar Anadolu’da,
büyükler, kendilerine içme suyu getiren çocukların elinden su bardağını/tasını alarak,
besmele ile içip hamt ettikten sonra, suyu getiren çocuk ya da gence/genç kıza:
“Ömrün uzun, düğünün güzün olsun!” şeklinde
dua ederlerdi. Yitip giden birçok şeyle beraber, bu teşekkür şeklinin de yitip
gittiğini anlamak güç değil. Artık, güz ismini kullanan da kalmadı neredeyse.
İsmet Özel’in Tanzimat’tan sonra Bahar ya da
Nevbahar yerine İlkbahar, hazan ya da güz yerine sonbahar denilmesine bir
şiirinde: “İlki var sonu var / orta bahar
diye bir şey var mı?” şeklinde bir göndermede bulunarak itirazını izhar
ettiğini görüyoruz. Ortası olmayanın ilki ve sonu da olmayacaktır tabii olarak.
Ancak, her ne kadar İsmet Özelin sonbahar isimlendirmesini hoş karşılamadığı
anlaşılsa da, güz yağmurları ile Anadolu halkının “güzlek” dediği; çeşitli
bitki ve çimenlerin yeniden yeşermesi ve mevsime has çeşitli çiçeklerin
açılarak, adeta aşk ehline ömrün son saltanatını yaşatmasından mülhem olarak, mevsime sonbahar denilmesinin çok da isabetsiz
olmadığı kanaatindeyim. Klasik edebiyatımızda bu mevsimin neşe ve sevinç
demleri olarak da işlenmiş olduğu bir gerçektir. Bu da mevsimin sonbahar olarak
tesmiye edilmesine zıt düşmemektedir. Ama sonbaharı kullanmamız, güz ve hazanı
kaldırıp atmamıza sebep olmamalı, dil ve edebiyatımıza bir zenginlik katmış
olmalı. Neyse, derdimiz isimlendirmeler
üzerinde uzun mütalaalar yapmak değil. Konumuza devam edelim.
Düşündüğümüz
zaman, birçok şeyi mevsimlere benzetebiliriz, mevsimleri de birçok şeye
benzetebileceğimiz gibi… Mevsimler ömrümüz gibidir meselâ. Çocukluk çağımızı
kışa, gençlik çağlarımızı bahara, olgunluk demlerimizi yaza, ihtiyar kesp
ettiğimiz ve terki diyara hazırlandığımız zamanları ise güze benzetebiliriz. Ya
da akarsular gibidir diyebiliriz mevsimler için; toprağın sinesindedirler
ilkin, derin bir sessizliğin kollarında dingin… Sonra bir gözeden yeryüzüne
sızarlar. Sonra sızıntılar dere olur, dereler çay olur, çaylar ırmak olur; kurak
topraklara hayat bahşedeler. Umutsuz gönüllere umut ve sevgi dağıtmak üzere
muvazzaf bir elçi gibidirler. Ardından denize dökülürler, âlemi berzaha göçer
gibi, bir muvakkat istirahate çekilirler. Misalleri çoğaltmak mümkündür. Zira
bu âlem hem zıtların benzerliği hem de benzerlerin zıtlığından mürekkeptir.
Bir
yönüyle de mevsimleri aşkın/âşığın hallerine benzetebiliriz. Kış faslı, aşığın
derununda uyuyan derdin gafili olduğu devrandır. Cemrelerle tutuşan aşk ateşi,
onu mecnûna döndürür. Bir zaman, avucunda kor ateşi tutmak durumunda kalır gibi,
sinesinde aşk ateşini kimselere sezdirmeden taşır. Ancak ciğer kebap olup
yandığını, uçsuz sahralarda su arayanlar gibi bunaldığını daha fazla saklayamaz
ve sırrını ifşa eder onun halleri. Sevgilinin bir bakışından, küçük bir
tebessümünden nihayetsiz umutlara kapılıp, kaş çatmalarından bedbinliğin
gayyasına yuvarlanır. Bahar havalarının kararsızlığı gibidir sevgilinin
halleri, yüzünü bir gösterip bir kaybolan güneş gibi aşığa azap verir. Yâr
cemalinin şavkına aldanıp ümide kapılır da, bahtı gibi kara bulutların ve yârin
perişan zülüfleri gibi hoyrat rüzgârların gadrine uğrayıp hasta düşer,
ateşlerde yanıp kavrulur. Bazen ikbâl ona güler ve meserret dolu yazlara döner
aşığın bahtı.
Hazan
çağı ise son tahlilde her saadetin sonuna işaret eder. Dünyada meşakkatle ya da
meşakkatsiz ikbâl sahibi olan; mal ve mülke, makam ve mansıba kavuşanlar ya da
bir yâr derdiyle kara kışlardan; bazen şen bazen boranlı baharlardan geçerek
vuslat demlerinin asude yazlarına erenler, hazan yelinin bir gün muhakkak İsrafil’in
Sur’u gibi seslendiğini duyacaklardır. Elde edilen her güzelin/güzelliğin bir
hitamı olduğu muhakkaktır. Bir ömrü, bir arzu/sevda uğruna, çarmıhta gerili bir ruhla tamamlamanın
arifesinde olanlar da, yâr elinden gel olmadan geçen ömre aldırmaksızın, yine
de onun yüzünde, güz güneşi yahut güz gülü gibi beliren gülüşlerden sonsuz
ümide kapılırlar. Fakat mukadder son gelir çatar. Artık onlar için:
“Arzumun peşinde pervane oldum
Gezdim yine bulamadım arzumu
Eşsiz ceylan gibi çöllerde kaldım
Tezdim yine bulamadım arzumu”[10] demenin
vaktidir.
Fuzuli
merhumun “Aşk imiş her ne var ise âlemde” dediği âlemde, öyle hâller vardır ki, insan çoğu kere onun
sırlarını kavramaktan aciz kalır. Ölüm döşeğine düşmüş hastalarda, halkın “ölüm
iyiliği dediği” bir hâl zuhur eder. Hastadan ümidini kesmiş olan
sevenlerinde bir ümit peyda olur. Oysa hasta, son iyilik deminde kısmetinin son
kalıntılarını toplamaktadır. Adına hazan mı dersiniz, güz mü dersiniz ya da
sonbahar mı…? İşte bu mevsim, el etek toplayıp giderken bile gönül gözü
körelmemişlere hayranlık verici sahneler sunar. Aşkın son saltanatıdır bu;
bütün değerliler, esaslı bir inkıyat ile yüksekten/dallardan yere iner, taçlar
başlardan çıkar ve sararan yapraklarla müzeyyen bu bahçede rüzgârın sazından son
şarkılar çalınır:
Seyre
daldık gonce-i handânı bir ömür bitti
Bitmedi o bülbülün efgânı bir ömür bitti
Çok tabibler ilaç verdi dil-i hasta-i aşka
İnledi ney gibi cân-ü dil, bir ömür bitti[11]
[1] Gülşeni
altın varaklarla süsledi hazan yeli/ Güya altıncılar dükkânı oldu gülistan.
[2] Şeb-i
Yelda: En uzun gece, 21 Aralık gecesi
[3] Cafer
Mum: Divan Şiirinde Hazâniye ve Bakinin Hazâniyesi
[5] Bazı
hazâniye örnekleri ve Bakî’nin hazaniyesi ile ilgili detaylı bilgi için
bakınız: Cafer Mum “Divan Şiirinde Hazâniye ve Bakinin Hazâniyesi” adlı makale.
[6] Bâkİ:
“Nam ve nişane kalmadı bahar mevsiminden/ Düştü çimenlikte ağaç yaprağı
itibardan/ Bağın ağaçları tecrid hırkasını giydiler /Hazan yeli çimenlikte el
aldı çınardan”
[7] Ali
Berat Alptekin- Âşık Veysel
[8] Fatih
Yağmur, Niğde Üniversitesi Yüksek Lisans Tezi: Kırşehir Türküleri
[9] Süleyman
Arif Emre: Suların Şarkısı
[10] Reyhânî
[11] Prof.
Dr. Önder Göçgün- Açıklamalı Türk Mûsikisi Güfteleri