20 Ekim 2015

AVM’nin gölgesinde yitirilen umran

Zaman-üstü çağdaş olduğumuz “an”lar vardır. Bu zamanlarla felsefi manada çağdaş ve özdeş oluruz. Gayrısı gurbettir. Kendi şehrinin yabancısı olmaktır…

Cemil Meriç'ten mülhem olarak Ortaçağ şehri bir istiğrak şehridir. Bu şehir, aynı zamanda coğrafi şartlarla uyumlu, yani onu yenmeye değil onunla hemhal olarak insanı yaşatmaya odaklı bir şehirdir. İnsan şehirle şehir insanla mizaç alır. Organik bir benzeşme söz konusudur. En azından gelenek bize bunu anlatır. Mefhumunu kaybetmek makulünü yitirmek tarihin dışına itilmektir.

İbn Haldun, şehir teorisini bu bakımdan umran kavramı ile paralel kurar. Medeniyyü't-Tab' olan yani medeni tabiyatlı insan bedevi zihin dünyası ve kırlardaki hayat seviyesinden hadari düzeyi ve medineyi hedefleyerek yaşar. Umran şehirde var olur ve devletin ikbaliyle orantılı yükselir ve çöker. Umranı olmayanın medinesi yani şehri olmaz. Olsa da olan şehir olmaz. İnsan, ulaştığı bir zihinsel düzeyin neticesinde şehir kurar ve orada yaşar. Bu bir evrimin değil zihniyetin meselesidir. Kurulmuş olan! bir yere göçenlerin orada şehirlileşmek gayretinde yaşanan garabetlerindeki gibi değildir mesele. Hele kentsel dönüşüm görüntülü bir apartmanlaşma hiç değildir. Şehir olamamış bir yerin dönüşümünden de şehir çıkmaz!

İnsanlarımızın oması beklenen şehir hadaretinde onu şehirle, şehri onla var eden ana arterler nelerdir? Bugün şehirlerimizde insan ruhu nefes alamamakta, bedeni ise kalabalıkların arasında canlı cenaze olarak o metrobüsten bu metroya savrulup durmaktadır. Modern şehirlerimiz bir varoluş ve zihin ilişkisinin tasavvuru ve bir umranın neticesi değil; modernleştirilmesi gereken yığınların her sabah doğup her akşam öldükleri birer mezarlıktır. Asabiyesiz yığınların doluşma mekânı.

Asabiye, İbn Haldun'un ana kavramlarından. Umranın ruhunu anlatır bir yönüyle. Şehirde birlikte yaşamak duygumuzun esası da olduğu tahayyül edilen bu kavrama dairdir. Şehrin maddesinde, kanununda ve ahlakında akan esas felsefinin nüvesi o hadari topluluğunun umranı muvacehesinde var ettiği asabiyesidir. Müştereklik ve bunun dışa vurumu unsurlar bundan beslenir. Bugün şehirlerimizin damarlarında toplumu ve şehri müşterekleştiren mekân ve anlam odakları AVM'ler denilen dev değirmenlerdir. Dün seküler tercihlerimiz hükümet konağını merkeze alırken kadim zamanda mabet şehrin kalbinde atmaktaydı. Muhiddin Arabî “kayıtlarından kurtulmuş akla kalp denir” diyor. Şehrimizin kalbi neresidir? Aklımızın kayıtlarına bir isyan ahlakı ile kalpleşen şehri yeniden üretmek çabamız var mıdır? Bireysel ve toplumsal anomalilerimizle manasızlaştırdığımız şehirlerimize yeniden bir ruh hareketi verecek asabiye nerededir? Umran tasavvurumuz buna dair ne söylemektedir? Her şey vatan kurtarmak mıdır?

Şehir, İbn Haldun çerçevesinde koruma ve korunma alanıdır. İslam şehri sadece maddenin değil daha önemlisi ruhun ve mananın korunduğu yerlerdir. Şehrin merkezi ve çevresi buna göre oryante olmuştur. Zira umranı olanın insan tasavvuru ve mefhumu vardır; şehrin içeriğini de bu belirler. Umran tasavvurumuz var mı ve insan bunun neresinde. Güvenliğimizi sağlayacak vicdan AVMsi şehrin neresinde duruyor? İnsanın yaşamadığı doluştuğu bir kurnazlık ve siyaset hipodromunda gladyatörler gibi çarpışan bir toplumun emniyet imkânı sağlayan bir şehri olur mu? Uyuşturucuyu çocuklarının ruhundan ve bedeninden bu şehirde uzak tutmak mümkün müdür?

İbn Haldun'un şehir tasavvurunda ekonomik iş bölümü ve paylaşım esastır. Şehir ekonomik anlamları da olan bir yerdir. Bu şehirde yaşayan halkın geçimini rahat sağlayacağı bir yer olmasına dikkat edilmiştir. İnsanlardaki başkalık ve değişiklik bu bakımdan İbn Haldun kavramlaştırmasında onların geçim tarzlarına göre değerlendirilir. Lakin ekonominin de bir mefhumu vardır; Fatih'in şehrindeki esnaf ahlakıyla toplumcu bir ekonomi söz konusudur. Orada, AVMlerde rant üretmekten ziyade hayra vesile olacak sermaye aranır.

İbn Haldun'un tasavvurunda tavırlar nazariyesinde devlet kuruluş ile yıkılış arasında beş aşama geçirir; devlet üçüncü aşamasına gelince hükümdarlar para ve servet toplayarak büyük binalar, büyük şehirler ve yüksek heykeller bina ederler. Şehrin yapısı ve işlevi de bu manaya göre genişler. Hz. Osman devrinde Şam valisi Muaviye el-Hadra sarayını inşa ettiğinde Ebu Zer'in sert eleştirisine uğrar. Ekonomik olarak paranın harcanış şekli sorgulanır. Burada aslında sorgulanan Hz. Peygamber'in ortaya koyduğu umrana yabancılaşma ve oradaki insani formattan uzaklaşmadır. Muhteva ve mefhumdaki kayıp eleştirilmektedir. Diğer yandan ise Topkapı Sarayı asırlar boyu taşıdığı Adalet Kulesi ile bir medeniyetin umranının yüz akı yapılarından birisi olarak var olmuştur. Aynı medeniyet dairesinde farklı iki yönelimin tezahürü şehrin değişim ve dönüşüm alanı olan aşkın yapısını İbn Haldun perspektifinde bize hatırlatır.

Farabi, şehri insan doğasına benzetir. Kalp vücudun en hayati noktası olarak ne ise, şehir için de bu organ merkezi temsil eden ve en üst faziletleri şahsında taşıyan sultan/malik/reistir. Şehirde nizam intizam onunla olur. Şehirde vaki olabilecek düzensizlik ve hukuksuzlukların sorumluluğu bu faziletli reis tarafından üstlenilmelidir. İslam şehrinin ontolojisi ve temel asabiyesi bu yaklaşımda ifade edilir. Kalp durursa hayat biter şehrin umranı ve asabiyesini temsil eden irade durursa da şehir ölür.

İbn Haldun'a göre şehir kurulurken insan sağlığı öncelikli olarak düşünülmelidir. Şehrin havası ve bunun sağlığa tesirleri göz önüne alınmalıdır. Coğrafyası uygun olmayan insanların ne bedenleri ne de ruhları umranileşme istidadı gösteremeyeceğinden bu konuya dikkat çekilmiştir. Siyaset, ekonomi ve kültür bu şehirde umranın var ettiği ortamda muayyen bir asabiye birlikteliği ile gerçekleşeceğine göre şehrin fiziki coğrafyasındaki isabet toplumun her türlü maddi ve manevi sağlığını etkileyecektir. Bugün depresyon kaynağı, beton müzesi şehirlerimizde yükselen heyulalar insan ruhunu boğucu bir mezarlık hüviyetindedir.

Peki, bizim şehirlerimiz nasıl?

Şehir, Farabi'de erdem kavramıyla birleşir. Bu erdem, İbn Haldun'un umranının esası ve asabiyenin nüvesidir. Hikmet şeyin olması gerektiğince olması ve eylemesidir. Bugün şehirlerimizin insan odaklı oryantasyonunda modernizm ve dâhili kültürel yıpranmalar sonucunda ciddi yırtılmalar söz konusudur. Lakin bizim AVM odaklı kapitalist şehir dokumuz çevresindeki varoş surlarıyla çevrelenmiş durumdadır. Şehir insanla insan şehirle imtizaç edemediğinden erguvan renkli şehirlerden bugün beton renginde bina mezarlarına dönüşen bir hal yaşanmaktadır.

Şehir var şehir içinde; Farabi devleti değerlendirirken cehalet şehri, zaruret şehri, bayağılık ve bedbahtlık şehri, güç (tagallüb) şehri, bozuk (fasık) şehir, haysiyet (keramet) şehri, demokratik (cema'iyye), değiştirici, şaşkın, sarraf şehir gibi muhtelif şehir tiplerinden bahseder. Bugün şehirlerimiz biraz halkın ihtiyaçlarını görmek üzere doluştuğu ve yardımlaştığı zaruret şehirleri, biraz zevk ve eğlence peşinde koşulan bayağı ve bedbaht şehirler, bildikleri ve inandıklarını uygulamayan beden sağlığı, şehevi zevker, saygı ve itibar peşinde koşmanın yaygın olduğu cahil şehir insanları şehirleri gibi olan bozuk şehirler, aldatmaların çok olduğu şaşkın olan değişmiş ve dalalette şehir denilen tipte şehirler gibidir.

Sizce bizim şehirlerimiz hangisi gibi?

Şehir var olmak için midir yoksa yaşamaya mı yarar? “İsyan ahlakı” ile şekillenmiş şahsiyetlerin oluşturduğu toplumun şehri şüphe yok ki yüksek ruhçu bir erdemin ve milli bir asabiye dokusunun bütünleşmiş şehri olacaktır; Türkler bu noktada tercihini nasıl yapacak? Nurettin Topçu'nun tabiriyle, kendimizi nerede bulalım? Kendimiz dışında nereye koştuksa gurbette kaldık. Kendimize nasıl koşalım?

Düşünmek ve hatırlamak için şehre dair milli hafızamıza küçük bir arzdır efendim…