Ayasofya Câmii'ne "Bizans Müzesi" hakâretinin sahîh târihçesi (195)

(Kendine yakıştırdığı sıfatlarla) “daima doğru gören, daima doğruyu söyliyen Ulvî Dehâ”ya (tafsîlât için Yeni Söz, 19.3.2023/130’a mürâcaat) nazaran, zâten “Allâh” da, insan zek̃âsının bir îcâdıdır; yoksa hakk değildir, aslı, hak̆îkat̃i yoktur:

‘- Yavrum! İnsanlar ilk devirlerinde pek âcizdi. Kendilerini koruyamıyorlar, hiç bir hâdisenin de sebebini bilmiyorlardı. Kendilerini koruyacak bir kuvvet aradılar. Nihayet insanlık, vicdanında bir kuvvet yarattı. O da işte ‘Allah'tır. Her şeyi ondan beklediler, ondan istediler. Hastalıktan, felâketten korunmayı hep Allahlarından istediler. Fakat modern çağlarda insan, her şeyi Allahtan beklemedi. Ancak cemiyetten bekledi. Her şeyin koruyucusu, insan cemiyetidir. Bizi koruyan, müreffeh surette yaşatan, cemiyettir. Bu sebeple cemiyete ehemmiyet vermek, onu kuvvetlendirmek ve yaşatmak lâzımdır. Artık bunun [bugün] için her türlü tekâmül, huzur ve emniyet membaı, cemiyettir.' (“Üstâd-ı Âzam”, 1. Târih Kongresi münâsebetiyle, 8 Temmuz 1932 Cuma akşamı Marmara Köşkü'nde Kongre’nin dâvetlilerine verilen çay ziyâfeti esnâsında, genc bir târihciye bu sûretle hitâb ediyor ve sözlerini Kemâl̃perest târihci Enver Behnan Şapolyo not alıyor; Şapolyo, Kemâl Atatürk ve Millî Mücadele Tarihi, 1958, 3. baskı, ss. 304-305; tafsîl̃ât için Yeni Söz, 23.1.2019/126’ya mürâcaat)

Bittabi, bütün bu iddiâlar, Mustafa Kemâl̃’in kendi araştırmalarının ve tefekkürünün mahsûl̃ü değildir; o, Voltaire, D'Holbach, Meslier, Durkheim, Wells, v.s.'den öğrendiklerini tekrâr ediyor…

Ve dün defe koyduğu adamın peşine takılan Atsız da aynı telden çalıyor:

“…Ta eski Mısır’dan gelerek Yahudilere geçen ‘tek Tanrı’ fikri…”

“İnsanlar akıl ve bilimde ilerledikçe dinler de daha aklî olmuş, çok Tanrı’dan iki Tanrı’ya ikiden de bire inerek son safhasını bulmuştur.”

L̃aiklik: Dîni rafa kaldırmak

Binâenaleyh:

“Dini artık aklın ve ilmin kabul edemeyeceği hurafelerden, saçma inançlardan kurtararak tamamen vicdanî bir hale getirmek, üzerinde tartışmamak, bu konulardaki yayınları da yalnız bilginlere bırakmaktan başka çıkar yol yoktur.” (Nihal Atsız, “Yobazlık Bir Fikir Müstehâsesidir”, Ötüken, Kasım 1970, sayı 11 / 83)

Buna, kısaca, Dîni rafa kaldırmak denir!

Netîce olarak, Atsız’ın istediği şu: Tıpatıp Kemalizmin tâlim ettiği ve dayattığı vechiyle, Dîni, yânî Müslümanlığı vicdânlara hapsetmek, dîğer tâbirle, Dîni, korkulacak bir canavar gibi vicdânlarda mahpus tutmak, ictimâî hayâttan vazgeçtik, ferdî hayâtta dahi onu bütünüyle hükümsüz kılmak… (Şükrü Kaya, TBMM’de, “Büyük Şef”i nâmına, tam da bunu söylüyordu: “Biz diyoruz ki, dînler, vicdânlarda ve mâbedlerde kalsın, maddî hayât ve dünyâ işine karışmasın! Karıştırmıyoruz ve karıştırmıyacağız!” (TBMM Zabıt Cerîdesi, 5.2.1937; tafsîl̃ât için Yeni Söz, 31.12.2018/103’e mürâcaat)

Ve bunun adı da “Vicdân Hürriyeti” oluyor!

WhatsApp Image .jpeg

(Bilim ve Ütopya, Temmuz 1996, sayı 25)

“Bir Sümer masalından çıkan tufan ve Nuh’un gemisi onlarca tarihi bir hakikattir. Hangi Teknik Üniversitesinden mezun olduğu belli olmayan Nuh’un yaptığı o pazarcı kayığına her cins hayvandan birer çiftin girip sığması ve 40 tufan gününde birbirini yemeden uslu uslu oturması da gerçektir vesaire…” (Nihal Atsız’dan)

Doğu Perinçek ekibinin, münhasıran, Müsbet İlimleri Materyalizm propagandasına âlet etmek kasdıyle neşrettikleri Bilim ve Ütopya mecmûasının işbu nüshasında “Tufan Mitosu” başlıklı –kitab hacminde- bir makâle kaleme alan –“Ege Üniversitesi Protohistorya Bölümü”nden-  Tayfun Caymaz da, (aynen Nihal Atsız gibi) Kur’ân-ı Mübîn’deki “Tûfân Kıssası”nın esâsta dîğer mümâsili kıssalardan, bilhassa Muharref Tevrât’taki kıssadan farklı ve mâkûl̃ mâhiyette olduğunu, ayrıca, müsbet verilerin bu mâhiyette bir hâdisenin muhtemel olduğunu ortaya koyduğunu görmezden geliyor…

Dâimâ Hak̆îkat̃e tâlib ve tâbi olmak ve Hak̆îkat̃ uğrunda mücâdele etmek düstûruyle hareket etmiyorsanız, siz sahîh ilim adamı olamazsınız; iğreti ünvânlarınız boş bir gurûr vesîlesi olarak kalır! Bir ilim adamı için, herhâl̃de, en fenâ şey, dogmatik inanclarıyle kalbini mühürlemiş, karartmış, hakk ile bâtılı tefrîk edemiyecek bir körlük hâline sürüklenmiş olmasıdır...

***   

Atsız, -Mustafa Kemâl̃ gibi- Kur’ân-ı Kerîm’in beşer eseri olduğunu ve Müsbet İlimler tarafından tekzîb edildiğini iddiâ ediyor

Nihal Atsız, Allâh ak̆îdesini insan hayâtında mânâsız hâl̃e getirdiği gibi, Kur’ân-ı Hakîm’i de bir kalemde silip atıyor:

“Tanrı insan idraki dışındadır. Kur’an Muhammed’in talimatıdır.” (Nihal Atsız, “Yobazlık Bir Fikir Müstehâsesidir”, Ötüken, Kasım 1970, sayı 11 / 83)

O, bu tavrında da “Güneş Dehâ Sâhibi Büyük Üstâd”ın izindedir; onun dogmasını, sâdece farklı kelimelerle ifâde etmekle yetinmiştir:

“Muhammedin koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kuran denir.” (Tarih II 1931: 91)

Öyleyse –“Kur’an Muhammed’in talimatıdır” iddiâsında bulunan Atsız’a göre- Hz. Muhammed bu Kitaba nasıl vücûd vermiştir? Tabiî ki dîğer iki “semâvî dîn”in Kitablarından, bilhassa, Mustafa Kemâl̃’in Caetani’den naklettiği gibi, “haham edebiyâtı ile İbrânî edebiyâtından” istifâde ederek!