16 May 2016

Batılı kavramlar 3: Kentsel mimarî

“İslâm şehrinin merkezinde cami vardır, biz de kentleşme çalışmalarımızı kadim geleneğimizin özünden alıyoruz. Kentlerimize inşa edeceğimiz Ulu Camilerde Mescidi Aksa'nın kokusunu hissediyoruz.” Yerel siyasiler bunu söylüyor.

Aslında olan biten bu değildir.

Muhafazakârlık “cami merkezli kent mimarisi” fikriyle modernitenin kapitalist yayılmacılığına eklemleniyor. Bugün camiler Müslüman bir toplumun varlığına işaret etmiyor. Tam aksine en küçük birimi “birey” olan Batılı bir toplum tasavvurunun yayılması için işlev görüyor.

Bunun nedeni camilerin kitle toplumunun kamusal mekânı olarak yapılanması ve aslında geleneğin tam derununa “monte” edilmesidir. Çünkü gelenekte bugün zannettiğimiz gibi “büyük cami-Ulu Cami” formu yaygın değildir. Tam aksine gelenekte camiler işte topu topu 30-40 kişilik mahalle sakininin ibadetgâh mekânı olarak inşa edilmişlerdir.

Cemaati bu kadar az olan caminin işlevi, mahalle varlığını “muhafaza” ederken ortaya çıkmaktaydı. 30-40 kişilik camiler 30-40 haneyi yani (her hane 8-10 kişi olsa) yaklaşık 400 insanı ilgilendiren bir “mimarî merkez”i simgeliyordu.

Müslümanlar günümüzde 30-40 hane için cami inşa etmeyi “ekonomik” bulmuyor olmalılar. Bu, onların camiyi “doldur-boşalt mimarisi” olarak konumlamalarıyla ilgili bir saplantıdır. Çünkü kent mekânında arsa kıymetlidir. Arsayı “ekonomik” olarak kullanmak için 10.000-20.000 kellenin namaz kılacağı camiler “yapmak” gerekir. Buna “yapmak” diyorum, çünkü bu bir “inşa” değildir.

Kadim geleneğin sürdürücülüğünden bahsedenler camileri “seri üretim mantığının mekânına” dönüştürüverdi. Namaz da, “Allah'a kulluk” olarak değil, fabrika sistemindeki “yürüyen bant” teknolojisinin ritüelliğine “uyumluluk” olarak konumlandı.

Oysa camiler kentin değil mahallenin perçinidir. Cami, geleneksel evleri birbirine bağlayan “meydan”dır. Modern akıl “meydan” terimini “kentin ortasındaki boşluk” sanıyor. Gerçekte meydan, üstat Ahmet Taşğın'ın işaret ettiği üzere “maide”nin indiği, sofranın açıldığı mekândır. Maidemiz gökten inmedir. Hz. Meryem'e gökten sofra inmiştir. Meydan'a inmiştir.

Bu sofra meselesi önemli. “Rızkınız göklerdedir” emri (51 Zariyat 22) mucibince sofraya konulacak taam, yiyeceğimiz lokma önemlidir.

Camilerin etrafında inşa edeceğimiz evler en az camiler kadar kutsaldır. Geleneksel evin inşası sırasında, evin temelleri kazıldığında, temele un, yağ, tuz atarlar ve ev bittiğinde kapı-eşiğinde koyun kurban ederler. Evi adeta kutsayan bu ritüel onu harem/mahrem kılar ve “kutsallaştırır.” Ulvîleştirir. Müslüman evi, kutsal kapalı mekânlardan olan camiden hiç de daha az olmayan şekilde dokunulmazlığa sahiptir. Kutsal kapalı mekân=haremdir.

Eve dair “harem” olma durumu o kadar üst seviyededir ki, haram bakışa müsaade edilmez. Ev, İslam toplumunun kuruluşunun ideolojisidir.

İslam içtimai-siyasi düzeni kale, sermaye ya da iktidar üzerinde değil, ev üzerinde kurulmuş yapı arz eder. İslam toplumu, ev'in inşasıyla kurulur. Hz. Peygamber (asv)'in Medine'de ahkâmla muhataplığı (hatta tesettür ayeti dahi) Müslümanların evlerinin tesisi sonrasında ortaya çıkar. Hz. Musa (as)'nın da İsrailoğullarını “önce evler edinin” emrini gerçekleştirerek Mısır'dan çıkarmayı başardığı hatırlanmalıdır.

Vahyin evler üzerindeki bu vurgusu, bugün küresel kapitalizmin evleri yıkarak konut inşa etmeyi dayatmasıyla birlikte anlamlanmaktadır. Yani asıl saldırı evlerimizi kaybetmemize yönelmiştir.

Müslümanlar yüzlerce yıl evlerinin temellerini helal lokmaları (tuz-un-yağ) ile bereketlendirirken bugün haram (kredi) ile “yapmaktadır.” Müslümanlar arasındaki bu sapma, ev'in harem varlığını yok etmiş ve onu meta-satışa sunulan mal kılmıştır. Oysa ev, aslında kıbledir.

Müslümanlar atalarından kendilerine miras kalan evin “kutsal-mahrem” olduğunu idrak edemeyecek şekilde inançlı bir ateizmi sürdürüyor. Bereket, bir banka reklamı konusu değildir.

Nitekim geçmiş ve geleneksel toplumda ev-harem'in sahibi olan sakin (meskende sükun bulan) ferdler bereket kaçmasın diye kapı eşiğine oturmazdı. Evin kutsallığı nedeniyle bir eve misafir olmak büyük bir şerefe nail olmak, mahremiyete kabul edilecek kadar kurbiyet tesis etmektir. İslam evi-hareminin bu fonksiyonu nedeniyle 40 ev'in birleşiminden mahalle oluşur ve 40 evlik mahalle birbirine borçlanır, kefilleşir. Bunları birbirine bağlayan camidir.

Modern dönem Müslüman entelektüellerin mahalleyi geçmişe ait nostaljik alan saymasının nedeni kutsalı kaybetmeleridir, inançlı ateizmdir. Hz. Peygamber (asv) 40 komşu kapının birbirine mirasçı olacak kadar kurbiyet tesis ettiğini beyan etti. Nahl 90, kurb'a yardımı emretti.

Müslümanlar evlerini kaybettiği gibi komşularını da kaybetti. Bu Müslüman topluma dayatılmış mimarinin saldırgan ideolojisinden gelmektedir.

Müslümanlar tesettür ayetinin evlerini inşa etmiş bir topluma indirildiğini göz ardı etti. Evlerini yıkmak için tesettürü öne çıkardı. “Eski hal muhal” diyenler “örtülü evsiz” kaldılar.

Başörtüsü mücadelesi evsizlik mücadelesi olarak zuhur etti. Müslüman toplumun evsizliği onun mahremiyetini yaralamaktadır.

Müslüman kadın ve erkeğin evlenmesi cihaddır. Müslüman toplumda kadın ve erkek ancak evli ise varoluş kazanır; bekâr kişi nüfustan sayılmaz. Osmanlı'da ve Hz. Peygamber'in inşa ettiği Medine'de bekâr kişi ev açamamıştır. Bekâr'a ev verilmemiştir. Bekâr kişi esnaf olamamıştır. Müslüman bir toplum bekârlarla kurulamaz. Evsiz de Müslüman toplum kurulamaz. Meryem de bekârdır ve bu nedenle hicap içindedir. Kur'an, bekârlardan hareket ederek Müslüman toplum inşası fikrine kapı açmaz

Kur'an'da bekâr olmakla ashab-ı kehf olmak arasında bağlantı kurulmuştur. Bekârlık ölümcül bir uykuya yatmaktır, bir toplum inşası değildir.

Evlenmek asrımızın cihad hareketidir. Akrabalaşmak bir cihaddır.

Dindarlar da muhafazakârlar da evlerini faiz-kredi ile alıyor. Bu onlara musibet olarak yeter.