Bendeki biz yahut öz canına düşman olmamak
Mavi Gök Yağız Yer
Kendini
bilmek derin bir mesele. İnsanlığın derin akan anlam dünyasında kendözün bilmek
bir yandan “ben” kavramını inşa eden milli ciheti tetkik iken diğer yandan
insanlık ile müşterek olanı tespit ile iki yönlü bir ortaklığı anlayarak kendi
üzerine kendiliğini düşünmek işidir kendini bilmek. İlkinde bir milletin ferdi
olarak diğerinde ise insanlığın bir üyesi olarak müşterekleri düşünerek insani
özümüzün bu iki yanı hakkında bütünlüklü bir bakışa sahip olmak bakımından
kendini bil çağrısı önemlidir. Çağın insanı kendine, milliyetine ve
insaniyetine yabancılaştıran/uzaklaştıran dokusu içinde var olmaya çalışmak
noktasında bu mesele öne çıkar ve insanlığı klasikleri de bu noktada bu kendözü
göstermek bakımından farklı bir ehemmiyet kazanır diye düşünüyoruz. Stoacılar, Hz.
Mevlana ve sair noktadaki farklı kültürlerdeki tezahürler içerisinden insan
kendi üstüne düşünmüş ve kendini kendisine şerhe gayret etmiş durmuştur. Yunus
Emre Tevhîd imiş cümle âlem
tevhîdi bilendür âdem Bu tevhîdi inkâr iden öz cânına düşmânımış derken de başka bir şeyden bahsetmez. Bilim,
felsefe ve sanat gibi farklı çerçevelerden insan kendiyle arasındaki perdeleri
kaldırmak ya da perdenin arkasına bakmaya çalışmak uğraşındadır. Mesela tiyatro
gibi sanatlar da insana insanı insanla anlatırken bu kendini bilmek meselesiyle
bir yandan alakalı değil midir?
Bir
ülke/çağ maddi ve manevi meselelerinin her türlüsü için "öğretilmiş
çaresizliklerin" kıskacına alınmış ve eylem alanı haline gelmişse o ülke,
o dünya ve o çağ bütün varyantlarıyla zulme taraftar demektir. Millet hayatını bu kıskaçlardan kurtarmaya
çalışan tüm gayretler bu noktada bataklıkta çırpınan bir zavallı olmanın
ötesinde bir anlam doğurmayacaktır. Belki bilim kurgu gibi görülebilecek bir
gayretkeşlik. Mamafih bundan daha vahim olmak üzere adalet ve erdem ölçülerini yitirmiş bir çağda insanın esamesi okunamaz.
Adalet fiilin görmesi gereken doğal karşılık iken, erdem bu yerin vasatını
ifrat ve tefritini belirleyen değerdir. Değerler değersizleşip, eksenleri
kaydığında geriye kocaman bir kaos kalır.
Kendi
olarak var olmaya azmetmiş bir milletin başkaları olarak yaşamaktan ya da
başkalaşarak yaşamaktansa ironik bir bilinçle, estetik bir tavır takınarak
kaosunu nizama dönüştürme iradesi ortaya koyması beklenen tepkidir. Bu da
sözlerinde olanın eylemlerinde ne kadar gerçekleştirebildiğiyle ilgi bir
keyfiyettir. Sonsuz varlık dünyasına, unutulan ve yitirilenlere yeniden bir
yolculuk zihninde, gönlünde ve daha önemlisi eyleminde yapılacak bir seyahat
muhakkak ki samimi bir tavırla yerini bulacaktır. Milli akıl, milli estetik ve
milli eylem şüphesiz milli bir varoluşu yeniden millet hayatına indirecektir.
Klasikler
bizi yaşatır. Hatırlatır. Geçmiş veya gelecek arasında romantik bir mazi
tahayyülü yahut altın bir gelecek tasavvuru arasında günü çiğneyen insana
vaktini değer haline getirmenin yolu da bu eserlerde saklı olamaz mı? İşte bu
noktada misalen kendi milli varlığımız konusunda bile tereddütler milli ve
insani olandan birini tercih arafından bırakıldığımız bu sebeple de taassup ve
beynelmilecilikler savrulmalarında kaybolduğumuz bir çağda Kutadgu Bilig ve
Dinavı Lügatit-Türk’te milli adımız, dilimiz, milletimiz ve devletimiz
konusunda İslam’a girişin hemen sonrasındaki tespitler bir mihenk oluşturmak
bakımından hatırlanabilir: “…Turanlılar KUTADGU BİLİG diye anarlar.
Bak, muhtelif memleketlerin çeşitli dillerinde bunun için ne türlü adlar
kullanılmıştır. Bu kitaba ad koymuş olan o büyük ve iyi kulları Tanrı
yarlıgasın. Ey bu kitabı makbul bulan ve bu TÜRKÇE esere hayretle bakan kimse, Yine bil ki bu kitap herkese
yarar, fakat memleket ve şehirleri idare için, hükümdarlara daha çok faydalı
olur… Arapça ve Farsça kitaplar çoktur; BİZİM
DİLİMİZDE bütün hikmetleri toplayan yalnızca budur. Bunun kadrini ancak
bilgili bilir; bilgi kıymetini de ancak anlayışlı takdir eder. Bu TÜRKÇE beyitleri senin için tanzim
ettim; ey okuyucu, okurken unutma bana dua et (Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, (Ter. Reşit Rahmeti
Arat), Ankara, 1998, s. 3–7.) “Tanrının
devlet güneşini TÜRK burçlarında
doğdurmuş olduğunu ve onların mülkleri üzerinde göklerin bütün teğrelerini
döndürmüş bulunduğunu gördüm. (O çağın güneş batmaz imparatorluğu demektir).
Tanrı onlara TÜRK adını verdi ve
onları yeryüzüne ilbay kıldı. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı; dünya
milletlerinin idare yularını onların ellerine verdi; onları herkese üstün
eyledi; kendilerini hak üzerinde kuvvetlendirdi. Onlarla birlikte çalışanı,
onlardan yana olanı aziz kıldı ve Türkler yüzünden onları her dileklerine
eriştirdi; bu kimseleri kötülerin –ayak takımının- şerrinden korudu. Okları
dokunmaktan korunabilmek için, aklı olana düşen şey, bu adamların tuttuğu yolu
tutmak oldu. Derdini dinletebilmek ve Türklerin gönlünü almak için onların
dilleriyle konuşmaktan başka çare yoktur. Bir kimse kendi takımından ayrılıp ta
onlara sığınacak olursa o takımın korkusundan kurtulur; bu adamla birlikte
başkaları da sığınabilirler.(Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lügat-it-Türk Tercümesi, (Çev. Besim Atalay), c.1, Ankara,
1985, s. 3–4.)”
Kendini bilmek; can üzerinden tevhid eden beşeriyetimiz ile bizi
kabileler ve milletlere ayıran hikmetin farkında bir bütünlükle kendimize,
topluma ve insanlığa bakmayı içermez mi? Daha ötesi can olarak varlıktaki her
şeyle paylaştığımız birliği düşündürmez mi? Modern zamanda bölündükçe yorulduk
ve kendimizden kaçtıkça yoksunlaştık. Geçmişe dönüş şekillere değil onları var
eden anlamlara, mana katanlara oldukça gün ağarır gelecek istikbale dönüşür. Gelecekte
yaşamak isteyen bugün bir tohum ekmelidir. Ekmelidir ki gelecek nesillerin
elinde meyve ve daha önemlisi yeni bir tohum olabilsin…
Vesselam