13 Haziran 2023

Bendeki biz yahut öz canına düşman olmamak

Mavi Gök Yağız Yer

Kendini bilmek derin bir mesele. İnsanlığın derin akan anlam dünyasında kendözün bilmek bir yandan “ben” kavramını inşa eden milli ciheti tetkik iken diğer yandan insanlık ile müşterek olanı tespit ile iki yönlü bir ortaklığı anlayarak kendi üzerine kendiliğini düşünmek işidir kendini bilmek. İlkinde bir milletin ferdi olarak diğerinde ise insanlığın bir üyesi olarak müşterekleri düşünerek insani özümüzün bu iki yanı hakkında bütünlüklü bir bakışa sahip olmak bakımından kendini bil çağrısı önemlidir. Çağın insanı kendine, milliyetine ve insaniyetine yabancılaştıran/uzaklaştıran dokusu içinde var olmaya çalışmak noktasında bu mesele öne çıkar ve insanlığı klasikleri de bu noktada bu kendözü göstermek bakımından farklı bir ehemmiyet kazanır diye düşünüyoruz. Stoacılar, Hz. Mevlana ve sair noktadaki farklı kültürlerdeki tezahürler içerisinden insan kendi üstüne düşünmüş ve kendini kendisine şerhe gayret etmiş durmuştur. Yunus Emre Tevhîd imiş cümle âlem tevhîdi bilendür âdem Bu tevhîdi inkâr iden öz cânına düşmânımış  derken de başka bir şeyden bahsetmez. Bilim, felsefe ve sanat gibi farklı çerçevelerden insan kendiyle arasındaki perdeleri kaldırmak ya da perdenin arkasına bakmaya çalışmak uğraşındadır. Mesela tiyatro gibi sanatlar da insana insanı insanla anlatırken bu kendini bilmek meselesiyle bir yandan alakalı değil midir?

 

Bir ülke/çağ maddi ve manevi meselelerinin her türlüsü için "öğretilmiş çaresizliklerin" kıskacına alınmış ve eylem alanı haline gelmişse o ülke, o dünya ve o çağ bütün varyantlarıyla zulme taraftar demektir. Millet hayatını bu kıskaçlardan kurtarmaya çalışan tüm gayretler bu noktada bataklıkta çırpınan bir zavallı olmanın ötesinde bir anlam doğurmayacaktır. Belki bilim kurgu gibi görülebilecek bir gayretkeşlik. Mamafih bundan daha vahim olmak üzere adalet ve erdem ölçülerini yitirmiş bir çağda insanın esamesi okunamaz. Adalet fiilin görmesi gereken doğal karşılık iken, erdem bu yerin vasatını ifrat ve tefritini belirleyen değerdir. Değerler değersizleşip, eksenleri kaydığında geriye kocaman bir kaos kalır.  

 

Kendi olarak var olmaya azmetmiş bir milletin başkaları olarak yaşamaktan ya da başkalaşarak yaşamaktansa ironik bir bilinçle, estetik bir tavır takınarak kaosunu nizama dönüştürme iradesi ortaya koyması beklenen tepkidir. Bu da sözlerinde olanın eylemlerinde ne kadar gerçekleştirebildiğiyle ilgi bir keyfiyettir. Sonsuz varlık dünyasına, unutulan ve yitirilenlere yeniden bir yolculuk zihninde, gönlünde ve daha önemlisi eyleminde yapılacak bir seyahat muhakkak ki samimi bir tavırla yerini bulacaktır. Milli akıl, milli estetik ve milli eylem şüphesiz milli bir varoluşu yeniden millet hayatına indirecektir.

 

Klasikler bizi yaşatır. Hatırlatır. Geçmiş veya gelecek arasında romantik bir mazi tahayyülü yahut altın bir gelecek tasavvuru arasında günü çiğneyen insana vaktini değer haline getirmenin yolu da bu eserlerde saklı olamaz mı? İşte bu noktada misalen kendi milli varlığımız konusunda bile tereddütler milli ve insani olandan birini tercih arafından bırakıldığımız bu sebeple de taassup ve beynelmilecilikler savrulmalarında kaybolduğumuz bir çağda Kutadgu Bilig ve Dinavı Lügatit-Türk’te milli adımız, dilimiz, milletimiz ve devletimiz konusunda İslam’a girişin hemen sonrasındaki tespitler bir mihenk oluşturmak bakımından hatırlanabilir: “…Turanlılar KUTADGU BİLİG diye anarlar. Bak, muhtelif memleketlerin çeşitli dillerinde bunun için ne türlü adlar kullanılmıştır. Bu kitaba ad koymuş olan o büyük ve iyi kulları Tanrı yarlıgasın. Ey bu kitabı makbul bulan ve bu TÜRKÇE esere hayretle bakan kimse, Yine bil ki bu kitap herkese yarar, fakat memleket ve şehirleri idare için, hükümdarlara daha çok faydalı olur… Arapça ve Farsça kitaplar çoktur; BİZİM DİLİMİZDE bütün hikmetleri toplayan yalnızca budur. Bunun kadrini ancak bilgili bilir; bilgi kıymetini de ancak anlayışlı takdir eder. Bu TÜRKÇE beyitleri senin için tanzim ettim; ey okuyucu, okurken unutma bana dua et (Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, (Ter. Reşit Rahmeti Arat), Ankara, 1998, s. 3–7.) “Tanrının devlet güneşini TÜRK burçlarında doğdurmuş olduğunu ve onların mülkleri üzerinde göklerin bütün teğrelerini döndürmüş bulunduğunu gördüm. (O çağın güneş batmaz imparatorluğu demektir). Tanrı onlara TÜRK adını verdi ve onları yeryüzüne ilbay kıldı. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı; dünya milletlerinin idare yularını onların ellerine verdi; onları herkese üstün eyledi; kendilerini hak üzerinde kuvvetlendirdi. Onlarla birlikte çalışanı, onlardan yana olanı aziz kıldı ve Türkler yüzünden onları her dileklerine eriştirdi; bu kimseleri kötülerin –ayak takımının- şerrinden korudu. Okları dokunmaktan korunabilmek için, aklı olana düşen şey, bu adamların tuttuğu yolu tutmak oldu. Derdini dinletebilmek ve Türklerin gönlünü almak için onların dilleriyle konuşmaktan başka çare yoktur. Bir kimse kendi takımından ayrılıp ta onlara sığınacak olursa o takımın korkusundan kurtulur; bu adamla birlikte başkaları da sığınabilirler.(Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lügat-it-Türk Tercümesi, (Çev. Besim Atalay), c.1, Ankara, 1985, s. 3–4.)” 

Kendini bilmek; can üzerinden tevhid eden beşeriyetimiz ile bizi kabileler ve milletlere ayıran hikmetin farkında bir bütünlükle kendimize, topluma ve insanlığa bakmayı içermez mi? Daha ötesi can olarak varlıktaki her şeyle paylaştığımız birliği düşündürmez mi? Modern zamanda bölündükçe yorulduk ve kendimizden kaçtıkça yoksunlaştık. Geçmişe dönüş şekillere değil onları var eden anlamlara, mana katanlara oldukça gün ağarır gelecek istikbale dönüşür. Gelecekte yaşamak isteyen bugün bir tohum ekmelidir. Ekmelidir ki gelecek nesillerin elinde meyve ve daha önemlisi yeni bir tohum olabilsin…

Vesselam