BİD'ATLAR VE BİZ
Günümüzde, toplumumuzda bazı bid’atlar revaçtadır. Taziyelerde, ölünün arkasından yapılan törenlerde ve bazı gün ve gecelerde yapılan ritüellerde bu bid’atlar devam etmektedir!
Taziye evinde yemeğin verilmesi; çay kahve ikram edilmesi; günlerce
küçücük evde çok sayıda insanın gelip sabahtan akşama kadar oturup kalkmaması
ve bütün bunların bir gelenek gereği yapılıyor olması; bütün zorluklarına
karşın bir türlü bu geleneğin kaldırılamaması; inadına bu yanlışta ısrar
edilmesi zor işlerdendir. Bu geleneğin sürdürülmesi, ev sahibine haksızlık ve
eziyettir. Taziye evinin acıları zaten onlara yeter de artar bile; buna rağmen
bu geleneği sürdürmek; acılarını yaşamalarına dahi fırsat vermemektir. Bazen
taziye sahibinin parasal gücü olmadığı halde yemek vermek zorunda bırakılıyor.
Bu da gücünün üzerinde borca girmesi anlamına geliyor.
Müslümanlar, bu geleneksel törenlerden hem çok eziyet çekiyor; hem bir
türlü yakasını kurtaramıyor; tuzağa yakalanan av gibi çırpınmaya devam ediyor.
Yakasını kurtarmaya çalışanlara da gelenekçiler engel oluyor. Niye engel
oluyorlar; çünkü ortada çıkar söz konusudur! Gelir kaynakları kuruyacak ve
susuz kalmış balığa dönme korkusu yaşayacaklar! Gelenekler kaldırılsa kimseyi
kandıramayacaklar ve kimseden çıkar elde edemeyecekler. Dine sonradan sokulan
ve dindenmiş gibi algılatılan bu din dışı kurallar; bir defa yapıştı mı; en
değme sökücülerce bile sökülüp atılamıyorlar.
İslam’ın rehberi Hz. Resulüllah (as): ”Taziye sahibinin üzüntülerini
yaşayabilmesi için kesinlikle evinde yemek pişmeyecek; evdeki taziye sahibi
kişilerin yemek ihtiyacı bile yakınları veya
komşularınca karşılanacaktır! Taziye üç günden fazla sürmeyecektir!”
diye buyuruyor.
Bir de ölenin arkasından, kılınmamış namazların yerine verilen para
(ıskat-ı salat); yedinci, kırkıncı, ellinci günlerde ve ölüm yıl dönümünde
okutulan mevlit, verilen yemek, dağıtılan helva, lokum, kesilen kurban gibi
davranışlar kesinlikle İslam’a aykırıdır ve bid’attır. Yani İslam’da olmayıp
İslam’danmış gibi ileri sürülüp sonradan İslam’a sokulanlardır. Resulullah’ın
bir hadisi var ki nedense pek dillendirilip okunmaz veya öğüt verenlerin
notları arasında yer almaz! O da şudur: “Bütün bid’atlar dalalettir,
bütün dalaletler de insanı ateşe götürür!” Şimdi bazı genç
kardeşlerimiz eski dili tam olarak anlayamayabilirler. Bu nedenle bu hadisi
günümüz diliyle söylersek şöyle bir anlatım ortaya çıkar: ”Sonradan dine
sokulmuş olan bütün ritüeller; yani Kur’an ve Resulullah’ın yaşayış ve
uygulamalarında yer almayıp sonradan çeşitli neden ve amaçlarla İslam’a
sokulmuş ve İslam’danmış gibi kılıf giydirildikten sonra fırında pişirilip
servis edilmiş olan bu bid’atlar insanı yanlış yollara götürür ve sonunda
cehenneme gitmesine neden olur.
Bir başka bid’at da cenaze gömüldükten sonra Hoca, ölene öğütlerde
bulunuyor (telkin); yani ne yapacağı, sorulacak sorulara nasıl cevap vereceği
ilgili yol gösteriyor. Oysa bu rehberliği diriyken yapmak gerekiyordu. Çünkü
ölüler sağken bu tavsiyelere uysalardı; öldükten sonra bu yol göstermeye gerek
kalmazdı. Şimdi eylem defteri kapanmış, iş büyük duruşmaya kalmıştır. Eğer kişi
öldükten sonra da birilerinin yol göstermesiyle yakasını kurtarabiliyorsa bu
Ku’an’ın bize bildirdiklerine ters düşer. Bu sınavın sonunda başarılı ya da
başarısız olmak; ancak dünyada yaşadığımız sürede yaptıklarımızla sınırlıdır.
Çünkü artık hocanın verdiği kopyayı değerlendirebilecek ne kalem var ne kağıt!
Hoca diyor ki: "Ey falan oğlu/kızı falankes! Hayatında
inandığın ve devam ettiğin şekilde: "Eşhedü en lâ İlâhe illallah ve eşhedü
enne Muhammeden Resûlüllah." şehadet kelimesini söyle. Şüphesiz cennet
haktır, cehennem haktır; öldükten sonra dirilmek haktır, kıyamet haktır; bunda
şüphe yoktur. Yüce Allah kabirlerde olanları diriltip mahşer yerinde
toplayacaktır. Sen hatırla ki, Allah'ın Rab olduğuna, dinin İslâm oluşuna,
Muhammed Aleyhissalatü vesselamın peygamber olduğuna, Kur'ân'ın imam, Ka’be'nin
kıble ve mü'minlerin kardeş olduğuna razı bulunmuş idin." Bu son
cümle çok enteresandır. Çünkü yaşamı boyunca Kur’an nedir, hadis nedir, namaz
nedir, kıble ne taraftadır, mü’min kimdir, İslam kardeşliği nasıl bir şeydir?
Bilmemiş birine sen bunlara razıydın deniyor. Oysa sağken bunlardan nefret
etmiş; bunların semtine hiç uğramamış! Mü’minlere yukarıdan bakmış, onları öcü
gibi görmüş; onları gördüğünde ruhu daralmış ve nefesi kesilmiş ve şairin
deyimiyle: “Namazın semtine bayramları uğrar sade;/Su görmez yüzünün
düşmanıdır seccade! (M.Akif Ersoy)
Sonra üç kez de şöyle diyor:"Ey Abdullah; de ki: Allah' tan
başka ilâh yoktur. De ki, Rabb’im Allah'tır. Dinim İslâm'dır. Peygamberim
Muhammed Aleyhisselâm'dır.“ (Sorularla İslamiyet) Ölen kişi bunları
diriyken söylememişse, bunu amel defterinin kapandığı bir aşamadan sonra söylese ne işe
yarayacaktır?
İşte dostlar, biz bunlarla yolumuzu şaşırdık ve bilmediğimiz çöllere,
dağlara, ovalara, vadilere, okyanuslara düştük ki vay halimize! Bütün bunlarla
beraber yine de ağlanacak halimize gülüyor ve her şey güllük gülistanlıkmış
gibi oynayıp eğleniyor ve keyif çatıyoruz! Böyle İslam dostlar başına! Yap yapacağını,
sonunda nasıl olsa seni camiye
getirecekler ve kefenleyip namazını kıldıktan sonra; “Rahmetliyi nasıl
bilirdiniz?” diye topluluğa soracaklar ve merak etme kesin olarak şunu
diyecekler: ”İyi biliriz!”
İşte İslam’a sonradan sokulmuş bu geleneklerden kurtulamadığmız sürece
Müslüman olarak önümüzü göremeyiz ve başarılı da olamayıp hep sıkıntılarla
boğuşmaktan toplum olarak kendimizi kurtaramayız, vesselam!