BİN MİLİGRAMLIK TÜRKÜLERİN GÜCÜ
Türküler eşliğinde yazı yazmanın cezbesini yaşadınız mı hiç? Yazarken irfan türkülerimizi dinlerim ve mânen güçlenirim. Ulvî ve insanî her eylem ve fikrin faturası ne olursa olsun, türkülerin sâyesinde ödeme gücünü kendimde bulurum. Gönlümü inşirah bulduran, vecde geçiren, ulvî hüzün, ıztırap, gurbet, sıla ve dostluğun dile geldiği irfan türkülerimizdir. Mersiye, miraçnâme ve semahlar tasavvufî hâlleri ve erenlerin hakikat yollarını nağmelendirdiği için başucu türkülerimdir.
“Hey dost, hey dost benim tabibim / Gitme giden gitme sual sorayım / Ol nazlı pîrime benzettim seni / Sende hak nişanı vardır gördüğüm / Hak dediğim yere benzettim seni..”
TÜRKÜLERİN GÜCÜNÜ HÂL EHLİ BİLİR
Türkülerin gücünü kâl ehli bilmez, hâl ehli bilir. Her gönlün
kıvamına uygun türkülerimiz vardır şükür. Kimi zaman bir türkünün gücü gönül ve
dimağımızı öyle sarar ki, eğer “hâl” imiz vehbî ise yürek gücümüzü atom
enerjisinden daha güçlü kılar. Yürek gücünü türkülerden sağlayanlar irfan
türkülerini her daim gönlünde taşımalı. Türküler yürek gücümüzün yanında millî
kimlik ve kültür gücümüzü artırır. Gümrük kapılarını türkülerle donatalım ki, serhat
burçlarından girecek her yabancı kültür önce türkülere toslasın.
“Ben gidiyom Rüştü Beyim ağlama / Köz koyup da ciğerimi dağlama /
Alay gitti beni burda eyleme / Yemen'e de benim ağam Yemen'e / Endi m'ola
Mihrali Bey Yemen'e / Kurdu m'ola çadırları çimene / Oğul köz düştüğü yeri
yakar kime ne / Dert benim vallah kime ne…”
Usta türküdar Neşet Ertaş “Nerede bir türkü söyleyen görürsen, korkma, yanına
otur. Çünkü kötü insanların türküleri yoktur.” diyor. Türkülerimizin gücü
Anadolu insanının yüreğinde öylesine hissedilir ki, derdini, isyanını,
sitemini, inancını, coşkusunu, yâni içinde cevelan eden her şeyini türkülerin
diliyle dışa vurur. Bu dünyaya eyvallah etmemek ve asıl kimliğimizin,
karakterimizin dil evi olan gönlümüzce yaşamak için günde bin miligramlık
birkaç türkü dinlemek lâzım. Türkülerin irfanını taşıyan bu millete aidiyet
hissetmeyen modern ve köksüz zümrelerin dilinde asaletini kaybetmemiş her türkü
yüreğimize ve dimağımıza güç verir.
“Can ellerinden gelmişem / Fâni mekânı neylerem / Ol mülke meylim
salmışam / Ben bu mekânı neylere /Aşkın şarabın içmişem / Dil gülşenine
göçmüşem / Ben varlığımdan geçmişem / Nam-u nişanı neylerem…”
MODERNİZME
KARŞI YÜREK GÜCÜMÜZDÜR TÜRKÜLER
Yavuz Bülent Bakiler Seninle” adlı kitabındaki “Anamın Türküleri” şiiriyle
türkülerle güçlenen ruhumu ve dilimi bilircesine türkülere olan muhabbetimi
yazmış âdeta. Türkülerimizle ünsiyetimi güçlendirmek için onun mısralarıyla
sıkça tâlim ederim:
“Anam türkü söylerdi bana masal yerine / Hüzünlü, boynu bükük, hep
Azeri türküler / Yüzüme bakamazdı, acısını anlardım / Rüzgârlarla savrulur,
yağmurlarla yağardım... / Ya yer yatağımda, ya serin sofalarda / Anamı
dinlerken ağlardım / Ben, süt gibi mübarek türkülerle büyüdüm / Bir yanım
aydınlık, bir yanım gurbet / Anamın ‘ay balam’lı türkülerinde / Bin yakarış
gibiydi baştanbaşa memleket / Bir kınalı türküdür dilim Türk'ü söyleyen / Bu
Sivas türküsü, bu Kars, bu Eğin... / Ölürsem bana bir Yâsin okuyun / Sonra
başucumda türkü söyleyin / Sevdam türkülere benzer, anama benzer / Anadolu’ma
benzer, bereketli, katıksız... / Bir sabah türkülerle düştüm yollara / Yeni
türkülerle döndüm sonra her yerden / (…) Anadolu: dağından - taşına kadar
/Anamın diliyle türküler söylüyorlar…”
Türkülerimizin vefalı dostu yazar Mehmet Güneş türkülerimizin bin miligramlık
gücünü en esaslı anlatanlardandır. “Yanık yüreklerden yâre yakılan / Bir içli
destandır bizim türküler” diyor ve türkülerimizin canımız, dilimiz, sîretimiz
ve asırlardır hayatımızın bir destanı olduğunu anlatıyor: “Gönülden çağlayıp dile
dökülen / Kutlu bir fermandır bizim türküler / Bir dut dalı can bulunca ellerde
/ Yaslayıp başını yatar kollarda / Hangi duygu dile gelmez tellerde / Bağlamaya
şandır bizim türküler / Türkü vardır; şâhı dize getirir / Türkü vardır; Kaf
Dağı’nda oturur / Türkü vardır; bizi alıp götürür / Bir tayy-i mekândır bizim
türküler / Bir pîrin bâdesi, bir dost selâmı / Bir şiir nefesi, bir aşk kelâmı
/ Gül Yüzlü Güzel’e ‘Gül’ ihtirâmı / Hak’tan armağandır bizim türküler / ‘Gizli
sırlarımı âşikâr’ eder / Sırra kadem basar, sır olup gider / ‘Bir yiğit
gurbete’ düşünce ne der?/ Hâle tercümandır bizim türküler / ‘Gönül goncasına
höllük eleyen’ / Hayâlleri umutlara beleyen / ‘Ayrılık’ derdinden
‘Aman’ dileyen / ‘Gam yüklü’ kervandır bizim türküler / ‘Bayram’ gelir,
yüreklere ‘kan damlar’ / Sînemize demir atar akşamlar / Her ağıt duyanda
göğerir gamlar / Âh ile figandır bizim türküler / ‘Seher vakti’ yol gösterir,
yol bulur / Dertliye dermandır bizim türküler…”
“ÖLMEDEN ÖNCE BİR TÜRKÜ DİNLEMEK İSTİYORUM”
Türkülerimiz millet ve vatan aidiyetini kalbimize ve fikrimize
düşüren dil gücüdür, yürek gücüdür… Bu
inancımdan dolayı, Cengiz Aytmatov’un “Beyaz Gemi” romanındaki
başkahramanlardan Mümin dede torununa, türkülerin gücüne inanan bir hanın
efsanesini anlatırken, cezbe ile “ah, benim türkülerle güçlenen yüreğim!”
demiştim.
Mümin dedeyi dinleyelim: “Geçmiş zamanların birinde bir han, bir
hanı esir almış. ‘İstersen kölem olup uzun zaman yaşarsın, istemezsen en büyük
arzunu yerine getirir ve sonra seni öldürürüm’ demiş. Esir olan han, ‘köle
olmak istemiyorum, beni öldür daha iyi. Öldürmeden önce vatanımdan herhangi bir
çobanı buraya getirtmeni istiyorum’ demiş. Öbürü, ‘ne yapacaksın o çobanı?’
demiş. ‘Ölmeden önce ondan bir türkü dinlemek istiyorum’ demiş.”
Şimdi de efsaneyi dinleyen toruna kulak verelim şimdide: “Dedem
diyor ki, işte böyle, vatanlarının bir türküsü için canlarını feda eden
insanlar varmış. Böyle insanları görmeyi ne kadar isterdim. Herhalde onlar
büyük şehirlerde yaşıyorlar. Türküyü dinlerken dedem kulağıma fısıldar: İlahi!
Ne büyük insanlarmış eski insanlar! Ne türküler yakmışlar, ya Rabbim! Bilmem
neden, o anda dedeme çok acıyor, onu öyle seviyorum ki ağlamak geliyor
içimden.”
Ölmeden önce kendini güçlü kılacak son dua gibi, yürek gücünü bir
çobanın söyleyeceği türküde bulan esir hanın duygu ve hâllerini âcizane iyi
anlıyorum.
ÇOBANLA
CUMHURBAŞKANININ GÖNLÜNÜ TÜRKÜLER BİRLEŞTİRİR
Türkiye’de gönül birliğini sağlamanın yollarından biri de
türkülerin gücüdür. Köydeki çoban da Ankara’daki Cumhurbaşkanı da türküler söylemeli.
Çünkü türküler millet demektir. Bir zamanlar usta türküdarımız Neşet Ertaş’ın
Cumhurbaşkanının köşküne dâvet edildiğini, Cumhurbaşkanın da “Gönül Dağı”
türküsünü dinlemek istediğini duyduğumda, yıllar önce söylediğim “Köydeki
çobandan Ankara’daki Cumhurbaşkanına uzanan yolda türküler söylenmeli” sözümün
gerçekleştiğini sanmış ve Türkiye’nin kurtulacağı duygusuna kapılmıştım.
“Ne söyleyim şu dünyanın hâline / Dağlar ayrı ayrı çöl ayrı ayrı /
Şu insanlar bölüşmüşler dünyayı / Hudut ayrı ayrı yol ayrı ayrı…”
TÜRKÜLERİMİZ KEMALİST
DEVLETİN İNKILÂPLARINDAN GÜÇLÜDÜR
Türküler milletin gönül birliğini kuracak kadar güçlü olduğu için
yasaklanmıştır. Aslında yasaklanan ve korkulan milletin türkülerle yaşattığı
inançları ve yürek gücüydü. Türkülerimizin başından çok işler geçti. Gücünü
kırmak, sesini kesmek istediler. Kanunlarla, genelgelerle yasakladılar. Hem de
devlet eliyle… Kemalist devlet şeflerinin tâlimatı gereğince 1934’te İçişleri
Bakanı Şükrü Kaya genelgeyle radyo yayınlarında, gazinolarda ve mûsikî
derneklerinde alaturka mûsikînin icra edilmesinin yasaklandığını duyurur.
Osmanlı İslâm asırlarının kültürünü hatırlatan şarkı, ilahî ve türküler
yasaklanır. Usta türküdar Bayram Bilge Tokel’in ifadesiyle “Halkı sevip
türküsünü sevmemek” tir bu yasağın adı. Bir başka ifadeyle, halkçı olup, halkın
türküsünü yasaklamaktır…
TÜRKÜLERİMİZ
KANUNLARDAN DA İDEOLOJİLERDEN DE GÜÇLÜDÜR
Zorba devlet eliyle müdahale edilen türkülerimiz, tasavvufî
şarkılarımız, ilahîlerimiz kanunlardan da Kemalist ideolojiden de güçlü çıktı.
Çünkü milletin kalbinde ve dilinde yaşıyor ve kıyamete kadar da yaşayacak.
Ecnebî bir yazarın sözüyle “Bir memleketin türkülerini yapanlar, o memleketin
kanunlarını yapanlardan daha güçlüdür.”
“Mevlâm gül diyerek iki göz vermiş
/ Bilmem ağlasam mı
ağlamasam mı / Dura dura bir sel oldum
erenler / Bilmem çağlasam mı çağlamasam
mı…”
Mûsikî inkılâbında, yâni mûsikî kıyımında Kemalist devlet
kurucularının fikirlerinden faydalandığı seküler Türkçü Ziya Gökalp’in yazıları
hayli tesirli olmuştur: “Avrupa mûsikîsi girmeden evvel, memleketimizde iki
mûsikî vardı; birisi Farabî tarafından alınan Şark mûsikîsi, diğeri eski Türk
mûsikîsinin devamı olan halk türkülerinden ibaretti. (...) Bugün şu üç
mûsikînin karşısındayız: Şark mûsikîsi, Garp (Batı) mûsikîsi, halk mûsikîsi.
Acaba bunlardan hangisi bizim için millîdir? Şark mûsikîsinin hem hasta, hem de
gayr-ı millî olduğunu gördük. Halk mûsikîsi harsımızın, Garp mûsikîsi de yeni
medeniyetimizin mûsikîleri olduğu için her ikisi de bize yabancı değildir. O
halde millî mûsikîmiz, memleketimizdeki halk mûsikîsiyle Garp mûsikîsinin imtizacından
doğacaktır.(…) Bunları toplar ve Garp mûsikîsi usulünce armonize edersek hem
millî hem de Avrupaî bir mûsikîye mâlik oluruz.” (Gökalp, Türkçülüğün Esasları,
s.29)
TÜRKÜLERE
KIYILIR MI?
Türkü yasağı kısa sürer. Türkülerimiz mûsikî kıyımından kurtulur,
fakat bir şartla... Batı mûsikîsi ve Rusya balalaykasıyla harmanlanmak şartıyla
Türkü derlemelerine izin verilir. Kemalizm’in o meşum döneminde radyo
yayınlarında söylenen türkülerimizin makamları bozulmuş ve sözlerinden İslâmî
ve tasavvufî sözler çıkarılmıştır. Üç yüzyıllık klâsik şarkı ve ilâhîlere
Osmanlı İslâm dönemini hatırlattığı için “Bizans, Arap ve Fars kültüründen
terkip olan neşesiz, hastalıklı, ağlamaklı ortaçağın köhne mûsikisi…” yaftası
vurulur. Sözde “halkçılık” adına türkülerimizin melodisi ve makamları
değiştirilmek ve Batı mûsikisiyle kaynaştırılarak yeniden tanzim edilmek üzere
Macar mûsikîbilimci Bela Bartok ve Alman mûsikîbilimci Paul Hindemith yüklü
telif ve harcırahlarla Türkiye’ye dâvet edilir ve “alaturka” mûsikîmizi tasfiye
edildiği Kemalist inkılâpların kara binalarından Ankara Devlet
Konservatuvarı’nın kurulması için yardımları istenir.
M. Kemal’in yakın dostu olan Yunus Nadi bile mûsikî inkılâbından
rahatsız olur ve “Paşam, alaturka şarkılardan, türkülerden bizi mahrum etmesinler,
zevkimize, duygularımıza müdahale edildiğinden inciniyoruz” demekten kendini
alamaz. (Atatürk ve Türk Mûsikîsi- Türk Mûsikîsinin Yasaklanması, TC. Kültür ve
Turizm Bakanlığı Web sitesi)
Hülâsa olarak; Türkiye’de merhametli ve hoşgörülü çatışmasız bir
toplum yapısının gönül birliğiyle kurulacağına inanıyorsak, bin miligramlık
türkülerimizin gücüne de inanmalıyız. Yüreğimizi kendi insanımıza bağlayan,
bizi diğerinin sevgisine ve mesuliyetine çağıran türküler dinlemeliyiz. Büroda,
okulda, devlet dairelerinde, vazife başında, fabrikada, dükkânda, tarlada ve
ibadetler dışında irfan türküleri dinlemek bizi güçlü kılacaktır.
(ilbeyali@hotmail.com)