Bir Eğitim Biçimi Olarak Seyahat

“Çok gezen mi bilir çok okuyan mı?” sorusu, hâlâ okullarda devamlılık arz eden bir münazara konusu mu bilmiyorum. Bir şekilde ulaşımda uçak kullanımının yaygınlaşması ve alt gelir gruplarının da yurt dışı seyahatlere herhangi bir şehre gidiyormuş gibi çıkabilmesiyle cevabı yaşayarak daha kolay bulunabilen bir soruya dönüştü. Aslında cevap aramaktan çok okumanın da gezmenin de -nitelikli olduğu takdirde- önemini hatırlatan bir cümleydi.

Bir vakitler okuyanlar ve okuyarak sıradanlıktan ayrışanlar, ilmî ya da teknik alanlarda kendilerini geliştirmek kaygısı taşıyorlarsa ilk fırsatta gidecek bir memleket bulup, pılını pırtını toplayıp yola koyulurlardı. Gezmeden anlaşılmayacak, görmeden aslı sezilmeyecek yerler vardı. Bu yerler ilmi elden ele dolaştırma, dilden dile tartıştırma, muhakeme ve mukayese edebilme imkânları sunan yerlerdi. Ve hiç değilse ata yadigârlarını taşıma ya da bilinenden ve görünenden farklı alışkanlıklarla yoğrulmuş bir toplum örgüsü manzarasına sahip olma ayrıcalığına sahiptiler.

İlim peşinde koşanlar ve meraklılar, okumalar ve aldıkları tavsiyeler üzerinden peşine düştüklerinden ve umduklarından ne kadarına kavuştular bilinmez ama en azından öncekine benzemez bir farkına varmışlıkla memlekete geri döndüler ya da dönmeyin yeni meskenler seçtiler.

Öyle ki bu bir eğitim biçimiydi. Dünyanın, yaradılışın ve insanı anlama gayretinin önemli bir parçasıydı.

Sanayileşme beraberinde özellikle 19. yüzyıl, turistik seyahatlerin ve kültür keşiflerinin hareketlendiği zamanlardı.

Teknik gelişmeler ve seyahatler, seyahat literatürünün de gelişmesini sağlıyor, kültür etkileşimlerini ve turist potansiyelini artırıyor, kütüphanelere yeni seyahatnameler ve albümler ekliyordu. Buharlı trenle daha konforlu yapılan yolculuklar, keyfî yola çıkışları, başını alıp gitme dürtüsünü kışkırtıyordu. Mahallesinden, kasabasından, şehrinden, ülkesinden ötesini bilmek isteyenlere gün doğuyor, kimi zaman başkalarının abartarak değerlendirdikleri yerlerin, yörelerin aslını astarını keşfetmenin cazibesi birçok lüksün cazibesini geride bırakıyordu.

Osmanlı'nın son dönemlerinde muhit merakıyla sadece Paris yollarına düşen edebiyatçılarımız bile epeycedir. Birçoğu öyle ya da böyle geri dönebildi. Yahya Kemal, Ahmet Haşim ve Tanpınar için yolun sonu memleketti. Dönmek elzemdi. Takdir edilesiydi. Dönmeyen ise uzakla bütünleşmiş bir “uzak insan”a dönüşüyordu.

Evliya Çelebi gibi seyyahlar, mevsimler aşırırdı yollarda. Bir yerde kalmak keşif bitince zor gelirdi, zul gelirdi. Konmak, göçmek içindi. Mecburiyetten uzayan ikametler zaman kaybıydı, ömürden çalardı. Yollara hayat kurardı seyyahlar. Yollardan hayat devşirirlerdi. Zamanın içinden geçmek gibiydi. Akan anlar mekânla fotoğraflanır, sayfalarda asılı kalırdı. Durmaksızın giden ömrün içinde durmaya yeltenmek kolaycılıktı. Seyreyleyenler için durmadan duranların fotoğraflarındaki hareket hiç bitmezdi. Olanca basitliğiyle duraksamadan, ayağı takılmadan akan saatler imrendirirdi. Durmaların amacı gidebilmekti.

Dünya zamanının orta yerinde seyahatler meşakkatliydi. Bu bakımdan başlı başına bir yaşam biçimiydi. Uğruna sarf edilen vakitlerin ve esirgendikleri konforun bedeli hazmı yüzyıllara yayılacak eserler vermekti. İbni Batuta, Evliya Çelebi, Marco Polo, Vespucci, Gama ve Macellan gibiler kim bilir ne badirelere yoldaşlık etmişlerdi…

Seyyah olabilmek için yazmayı da çizmeyi de bilmek en güzeliydi. Satırlardan taşanları çizgilerde toplamak hem okuyucu turistlere iyi geliyor hem de kültürel dökümantasyon biriktirmeye yarıyordu. Biz de istersek bu birikimle eğitiliyorduk.

Bir vakitler zamana uyak akan hayatların içinden geçmekle ancak görülebilecekler, bugün her an ulaşabileceğiniz saniyelerle sınırlı videolara sığdırılabiliyor.

Bu bize ne mi yapıyor?

Bilmediğimizi bilmiş, anlamadığımızı anlamış, görmediğimizi görmüş gibi yapmaya alıştırıyor bizi. Mekânı solumadan, dokumadan, mekâna ait birileriyle iki lafın belini kırmadan mümkün olmayan bir anlama ve hissetme varsayımının gerçek gibi pazarlanmasına yol açıyor.

Gerçeklik sapması, kurgunun inandırıcılığından daha sakıncalı. Kurgunun, kurgu ölçüsünce abaran tiyatralliğini saklı tutan yanı, zihninizde bir yere kilitleniyor nasılsa. Ama gerçekliğe aidiyeti belirleyen bir sapmaysa bu, kişi buna kendi de inanıyor. Yani görmeden gördüm, bilmeden bildim, okumadan okudum iddiasına inanıyor.

Ne diyorduk?

“Çok gezen mi bilir çok okuyan mı?” sorusu, aslında cevap aramaktan çok okumanın da gezmenin de -nitelikli olduğu takdirde- önemini hatırlatan bir cümleydi.

Bu vesileyle; dünü bize taşıyan, bugünü yarına taşımak hevesiyle dünyayı dolaşan ve kutlu beldelerde heybelerini bereketle dolduran hakiki seyyahlara selam edelim.