11 Temmuz 2017

‘Biz süper kahraman değil otobüs durağında duran sıradan insanlardık’

Temmuz ayı bir yıl öncesine kadar tatil ayı idi. Okullar kapandığı, büyükşehirlerin boşaldığı, özlemlerin giderildiği, uzakların yakın olduğu, dedelerin-ninelerin torunlarına, torunların sevdiklerine, köylere, doğaya kavuştuğu ay iken, Ağustos'dan sonra ikinci zafer ayımız oldu. Ağustos ayı dış güçlere karşı verdiğimiz bir mücadelenin sonucunda kazanılmış bir zafer ayı iken, Temmuz iç ve dış düşmanlarımıza karşı kazanılmış bir zafer ayıdır. 15 Temmuz Destanı, şimdiden şanlı tarihimizdeki galibiyetlerimiz, Çanakkale Zaferi ve İstiklal Harbi gibi insanlığın ve tarihin şeref levhalarından biri olarak kayda geçti.

İnsanların tatil düşlediği böyle güzel bir ayda birileri sinsi planlar kuruyormuş meğer. Geçtiğimiz yıl bu zamanlar hemen bayram ertesinde ummadık bir şok yaşadı bu yüce millet. Arkadan vuruldu. Yürekten vuruldu. İçeriden vuruldu. Hala bitmedi hainlikler. Bulunan her fırsatta, görülen en zayıf noktadan saldırıyorlar. Öyle kamufleler ki, nereden nasıl çıkacaklarını bilemiyorsun. Her meslek grubundan varlar. Onun için dikkatinde dikkati gerekiyor.

Tam bir yıl oldu. Unutmamak, unutturmamak için programlar yapıldı. Sergiler açıldı. Kitaplar yayınlandı. Köşelerde yazılar yazıldı. Yazılmaya devam edilecek. Yurdumuzun her köşesinde etkinlikler düzenlenecek. Hain darbeye kalkışanlar nefretle anılırken, Şehitlerimiz rahmetle yad edilecek.

O gecede çok şehit verdik. Derin acılar yaşadık. Yıllarca anlatılacak kahramanlıklara şahitlik ettik. Hala etmeye devam ediyoruz. O günü anlatmak zor. Kimi eşini, sevgilisini çocuğunu kaybetti. Öyle birisi var ki hem eşini hem çocuğunu kaybetti. İstanbul Büyükşehir Belediyesinden tanıdığım kıymetli insan Erol Olçok ve sevgili oğlu Abtullah Tayyip Olçok o gece baba- oğul olarak birlikte şahadet şerbeti içtiler.

Nihal Olçok bir şehit eşi ve şehit annesidir. Şehitlerinin arkasından “Annesinin kalbinden şehit oğlu şehit” isimli herkesin okuması gereken bir kitap yazdı. Kitaptaki duyguları, kürsüdeki konuşmaları, röportajlarda ki sözleri karşısındakini derinden etkiliyor. Örnek bir anne, örnek bir eş. Türkiye Diyanet Vakfı tarafından düzenlenen “36. Türkiye Kitap ve Kültür Fuarında” tanıştım kendileriyle. Muhabbet etme imkanım oldu. Eşi ile birlikte çalışmıştık. Söze nasıl başlayacağımı bilemedim. Dilimden birkaç söz zor döküldü. Gözlerimiz yaşardı. En son ayrılırken “Allahım hepinizi cennetinde tekrar buluştursun” diyebildim. Karşılıklı olarak “Amin” dedik. Nihal Olçok'un eşi, oğlu ve o geceyi anlattığı kitabından, verdiği röportajdan birkaç alıntı yapacağım sizler için. 

“Acı en güçlü duyguymuş! Acı, başka hiçbir duyguya yer bırakmıyormuş. Acı varken, başka hiçbir şey hissedemiyorsunuz ve sanıyorsunuz ki bu hiç bitmeyecek. Ama ilginçtir, Rabbülalemin bizi yaratırken, içeriye, böyle minik minik doktorlar da koymuş tedavi edici.

 

“Hasret. Hasrete çare yok!”

Evet. Bir müddet sonra, o bizi acıtan yaralar hem fizyolojik hem de manevi olarak kapanmaya kodlanmış. Fakat şöyle bir şey oluyor: Acıdan sonra yeni bir duyguyla tanışıyorsunuz. Ve sanıyorsunuz ki, bu yeni tanıştığınız duygu da zamanla, acı gibi hafifleyecek. Ama işte o olmuyor! O duygu, ömür boyu sizinle birlikte yaşıyor.

Hasret. Hasrete çare yok!

 “Yiyor musun, içiyor musun?” kısmına gelince, evet tabii, hayat bir şekilde devam ediyor. Ama hani ‘afiyetle yemek' diye bir şey vardır ya…

İşte O kalmadı.

 ‘Afiyetle yemek' çok güzel bir duadır, temennidir. Benim afiyetim gitti.

 

‘Neden benim başıma geldi' cümlesini asla kurmadım

Hayır. Olması gereken buydu, oldu. Bu kadar. Allah böyle olmasını arzu etti. Ve biz, bu sırrı ilahiyi bilmiyoruz. Bir gün öğreneceğiz belki. O zamana kadar her şey olması gerektiği içindir. Herkes vazifesini yapıyor. “Neden benim başıma geldi” asla demedim. Demem de! Ben Abdullah'a ve Olçak'a gittiğim zaman da, hep aynı şeyi söylüyorum. Diyorum ki, “Size minnettardım ama bundan sonra minnetimi nasıl ödeyeceğim bilmiyorum!”

Benim olduğunuz, beni sevdiğiniz ve beni seçtiğiniz için size çok çok minnettarım. Artık yoksunuz ama yokluğunuz da bir lütuf!

Çünkü cennet, şehadet! Bakın Abdullah 17 yaşındaydı. 17 yaşında yaşanan, yaşanabilecek bir sürü şey vardı ve onları yaşamadı…

 

 “O Gün içimde büyük bir genişlik vardı”

 O gün içimde muhteşem, hiç bilmediğim ve hâlâ tanımlayamadığım bir genişlik vardı. Önce içim büyüdü sanki…

Önce içim büyüdü, içim genişledi, “İnşirah” denir buna. Rabbim, inşirah verdi. İçimi rahatlattı, ondan sonra yükü verdi.

Evet. İnsanın ‘sadrı' vardır. Önce o sadır açıldı sanki. Yük sonra içeriye girdi. Yoksa taşınabilecek bir şey değil! İnsanın akıl sağlığıyla yönetebileceği bir durum da değil.

Sonra Şamil ve Emir eve geldi. “Abim, babamla gidiyor” dediler. Ben, balkondan Abdullah'a seslendim. Babasıyla arabaya bindiğini gördüm. Abdullah'la birbirimize el salladık. Olçak da camdan şöyle bir baktı, iki parmağıyla, “Hadi eyvallah” işareti yaptı. O kadar.

“Erol bey herkesin Olçak benimdi”

İlk tanıştığımızda Erol Bey'di. Sonra hiç Erol Bey ya da Erol olmadı. Erol Bey herkesindi ama Olçak sadece benimdi.

 

“Ben onu tarifsiz sevdim”

Tanışmamızdan bir hafta sonra, “13'ü senin için uygun mu?” dedi. Ama cümlenin sonu yok. “Uygun” dedim, “İyi o zaman!” dedi. Ne için uygun mu belli değil! Ölüm de olabilir, tatil de olabilir, yemek de olabilir, her şey olabilir. Bir de şunu hiç unutmam. Tanışmamızın üçüncü günü. Beyaz Masa'dayız. Masada oturuyoruz. Ayağa kalktı, elini uzattı. “Gelir misin?” dedi. Gözüne baktım, elini tuttum ve onun peşinden çıktım oradan. Böyle başladı bizim ilişkimiz. Bana iltifat etmedi. Bir şeyler söylemedi. Bir vaatte bulunmadı. Sadece elini uzattı ve “Gelir misin?” dedi. Yıllar sonra, “Olçak ya” dedim, “Gelir misin deyince, nereye bile sormadım sana?” “Sorsaydın asla bugün bunu konuşuyor olmazdık!” dedi.

 “Olçak” diye seslendiğimde cevap veren sesini özlüyorum. Ve kokusu. Hala parfümünü yatağa sıkıyorum.

 

“Biz süper kahraman değil otobüs durağında duran sıradan insanlardık”

Benim çocuğum şehit olduğu için muhteşem bir çocuk değil! Şehit olan çocuklar, süper kahraman, olmayanlar da yetersiz ve eksik değil! Böyle yanlış bir algı var. Ben insanlara bu kitapla, “Bakın” diyorum, “Abdullah, bir sürü zaafı olan, 17 yaşında bir çocuktu. Bilgisayar bağımlısıydı mesela. Obezite potansiyeli vardı. Bir yıl önce, “Ya kızlar da varmış bu dünyada, ben şu yağlardan kurtulayım!” deyip diyete ve spora başladı, muhteşem bir vücut yaptı kendine! Şunu anlatmaya çalışıyorum, biz otobüs durağında gördüğünüz sıradan insanlardanız, oğlum da öyleydi. Evet, “Şehit oğlu şehit” diye kitap yazdım ama şehitlik bir unvandır demek istedim. Yani şehit yetiştiremezsiniz, şehitlik Allah'ın bir hediyesi olabilir ancak.

Bu, bir nasiptir. Allah dilediğine verir. Dileyene değil. Nihayetinde 17 yaşında bir çocuktu, süper kahraman değildi. Sadece kahraman olması gereken bir zaman dilimi oluştu ve o kahraman oldu.

 

“Dünya hesabı kesilmişti oğlumun. Saat hediyesi bile nasip olmadı”

Doğum günü için istediği bir saat vardı, sipariş verdim, ödemesini de yaptım. Ama Abdullah'ın doğum gününe yetiştiremediler. “Çok özür dilerim oğlum, saat henüz gelmemiş” dedim. “Sorun değil anne” dedi. Ve o saati ben 26 Haziran'dan 15 Temmuz'a kadar oğluma veremedim! Oğlum, doğum günü hediyesini alamadan hayatını kaybetti, çok içime oturdu bu. Dünya hesabı kesilmişti oğlumun…

 

 “Ben ölmeden öldüm”

Ölmeden ölmek var. Ben ölmeden öldüm. Aslında bu dünyaya geliş amaçlarımızdan biri de bu, ölmeden ölebilmek. Ondan sonra zaten ölmüyorsunuz. Biz, ölümü öldürenlerdeniz. Ben ölümü öldürdüm! Benim için artık bir şey ifade etmiyor. Şu anda tek yaşama nedenin, çocuklarım ve başka çocuklar. En büyük hassasiyetim çocuk.”

 15 Temmuz'u unutmamak,  unutturmamak lazım. İçimizdeki hainlere karşı çok ama çok dikkatli olmak gerek. Düşman dışarıda olduğu kadar içimizde de.  En zayıf anımızı kolluyorlar. Akla hayale gelmeyen senaryolarla karşımıza çıkıyorlar. Ummadık insanlarla kol kola girebiliyorlar. Ata sözümüz kulağımıza küpe olsun. “Su uyur düşman uyumaz”