Cumhuriyetin 100. yılında medeniyetçi düşüncenin kökleri yahut kendözümüzü; hususî seciye ve müstakil hüviyeti mahfuz tutmak
Cumhuriyetin 100. Yılında Türkiye yüzyılı perspektifi içinden retrospektif bir bakışla medeniyetçi düşünmemiz yahut kendözümüz temelinden bir medeniyet tasavvurunun neresindeyizi anlamak için 1071’den bu yana bakarken Türkiye’deki son devletimizin kurucu iradesini temsil eden Mustafa Kemal Atatürk’ün bu çerçeve içerisinde ne dediği, medeniyet meselesinden ne anladığı geleceğe dair müşterek düşünmek ve yürümek noktasında şüphesiz önemlidir. Modernizmin mevcut arızları, medeniyet yolundaki kazanımlar ve yol kazalarını tespit etmek geleceğe doğru yürümek bakımından medeniyetçi tarih okuması yönteminde önemlidir. Medeniyet kaynaklarımızdan Kutadgu Bilig’de medeni bir hayat çerçevesi düşünülürken şüphesiz töre ve usul öne çıkar. Hizmet etmek için ilk önce insan yolu-töreyi bilmelidir; onun tavrı hareketi ile sözü teşrifata uygun olmalıdır s. 290. Töre ve usule göre hizmet etmesini öğren; hizmet etmesini bilirsen, muvaffak olursun. Ben insanlardan uzaklaşmış bulunuyorum; tore bilmem, yol bilmem; hizmete yakışacak ne tavır ve hareket, ne de söz söylemek kabiliyeti bende var. Töre bilmeden, şaşkın-şaşkın dolaşmak, sana veya bana nasıl yakışır. İnsanlar halkın idaresini ve beylerin işini muayyen bir töre ve usule göre yürütürler. İşte medeniyetçi milliyetçiliğimiz bu yol üzerinden ve mana çerçevesinden kendi medenileşme yolunu bulur. Bu meyanda baktığımızda Mustafa Kemal “Türk milliyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda ve beynelmilel temas ve münasebetlerde, bütün muasır milletlere muvazi ve onlarla bir ahenkte yürümekle beraber, Türk içtimaî heyetinin hususî seciyelerini ve başlı başına müstakil hüviyetini mahfuz tutmaktır. 1930 (Afet İnan, T.T.K. Belleten, Cilt: XXXII. No: 128, 1968, S. 557)”, diyerek benzer çizgide bir duruş gösterir ki Türk milliyetçiliği kavramını burada dikkatle okumak gerekir diye düşünüyoruz. Medeniyetçi bir çerçeve kurucu iradenin de esas meselesi idi. Muhteva ve yaşanan doğur-yanlış süreçlerin ötesinde görüleceği gibi kendi kalarak âleme açılmak esasında kurulmuştur ki bu Kutadgu Bilig dünyası ve sonrasında da hep benzer bir eksende hep cari olmuştur. Mesela kimse propaganda yapıldığı gibi Araplaşmamış; Arap kültürü kutsanarak millileştirilmemiştir. Kimse Arap düşmanı da olmamıştır. Yaşanan tartışma yapay ve yanlış tarih bilinci üretmek üzere iki taraf arasında da yayılan bir üçüncü kol faaliyeti gibidir. Yine kimse “gavur” olmamış, olan biten aslında farklı açılardan hep aynı derdin ve çözüm arama yönteminin sonuç veren ya da bünyeye uymayan neticeleri olmuştur; nasıl muasırlaşacağız, nasıl medenileşeceğiz ve nasıl kendimiz olarak bunu yapacağız meselesi idi. Her hangi başka bir millete dönüşmek, dün, bugün ve yarın başlı başına bir hatadır. Hususi seciyemiz ve müstakil hüviyetimiz her daim mahfuz kalarak medenileşmek töre ve usulün esas rükünlerindendir. Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak sözleri aslında tam da bunu anlatıyor değil midir?
Medeniyetçi bir zaviye ile düşünen
kurucu akıl medeniyetten ne anlıyordu? Atatürk bu meyanda medeniyete dair “Medeniyet demek, af ve müsamaha demektir. (Hasan Rıza
Soyak, Fotoğraflarla Atatürk ve Atatürk’ün Hususiyetleri, 1965, s. 29) Zulüm,
medeniyetle uyuşamaz. Yeteneksizlik de affa lâyık bir şey olamaz. Çünkü,
milletler işgal ettikleri arazinin hakikî sahibi olmakla beraber beşeriyetin
vekilleri olarak da o arazide bulunurlar. O arazinin servet kaynaklarından hem
kendileri istifade eder ve dolayısıyla bütün beşeriyeti istifade ettirmekle
görevlidirler. Bu prensibe göre, bundan âciz olan milletler yaşama ve
bağımsızlık hakkına lâyık olamamak lâzım gelir. 1920 (Nutuk III,
s. 1182)” Görüleceği üzere Türk medenileşme anlayışı her daim iletişime açıktır
ve kompleksli değildir. Müsamaha ve dayatma karşıtı bir zeminde medeniyeti
anlar. Milli ve insani olan bir çerçevede düşünülmektedir. Medenileşme
çabasının insanlığa bakan bir yüzü hep vardır. Kendi kaynağından insanlığa
değer üretmeyi düşünür. Ötekileştirici hiç değildir ki Mustafa Kemal bu meyanda:
“Şu bilinsin ki, biz yabancılara karşı herhangi
hasımane bir his beslemediğimiz gibi, onlarla samimâne münasebetlerde bulunmak
arzusundayız. Türkler bütün medenî milletlerin dostlarıdır. Yabancılar
memleketimize gelsinler; bize zarar vermemek, hürriyetlerimize güçlükler
çıkarmaya çalışmamak şartiyle burada daima iyi kabul göreceklerdir. Maksadımız
yeniden yakınlık meydana getirmek, bizi başka milletlere bağlıyan ilgileri
arttırmaktır. Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin
gelişmesi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmesi lâzımdır. Osmanlı
İmparatorluğunu çöküşü, Batıya karşı elde ettiği zaferlerden çok mağrur olarak,
kendisini Avrupa milletlerine bağlayan ilişkileri kestiği gün başlamıştır. Bu
bir hatâ idi, bunu tekrar etmeyeceğiz. 1923 (Atatürk’ün S.D. III, S.
67-68)” Geçmişe bakarak geleceğe yön çizen bu perspektifte bize arar vermemek
ve hürriyetlerimize güçlük çıkarmamak ilkesi Cumhuriyet tarihi boyunca ne kadar
tahakkuk etmiş, kurucu iradenin bu azmi Türk siyaseti tarafından ne kadar
yerine getirilmiştir. İşte eleştiri bu yönüyle sağ-sol bu tarafları kapsar
durumdadır. Bu soru doğru sorulmalı ve cevaplar geleceğe ders olarak iyi
anlaşılmalıdır. Bir de Atsız Beyin Z
Vitamini-Dalkavuklar Gecesi kitabındaki serzenişleri ideolojik ve demagojik
saçmalıklara alet edilmeden dikkatle düşünülmelidir. Mustafa Kemal medeniyetten
bahsederken bu kavramdan ne alıyordu sorusu mühimdir. Burada fikir vereceğini
düşündüğümüz şu alıntıyı aktarmak isteriz: “Medeniyetin
ne olduğunu başka başka tarif edenler vardır. Bence medeniyeti, kültürden
ayırmak güçtür ve lüzumsuzdur. Bu görüşümü izah için kültür ne demektir tarif
edeyim: Bir insan cemiyetinin a- Devlet hayatında, b- Fikir hayatında yani
ilimde, içtimaiyatta ve güzel sanatlarda, c- İktisadî hayatta yani ziraatte,
sanatta, ticarette kara, deniz ve havaya ait ulaşım işlerinde yapabildiği
şeylerin bileşkesidir. Bir milletin medeniyeti denildiği zaman, kültür namı
altında saydığımız üç nevi faaliyet bileşkesinden hariç ve başka bir şey
olamayacağını zannederim. Şüphesiz her insan cemiyetinin kültürü, yani
medeniyet derecesi bir olamaz. Bu farklar, devlet, fikir, iktisadî hayatların
her birinde ayrı ayrı göze çarptığı gibi bu fark, üçünün bileşkesi üzerinde de
görünür. Mühim olan bileşkeler üzerindeki farktır. Yüksek bir kültür, onun
sahibi olan millette kalmaz, diğer milletlerde de tesirini gösterir, büyük
kıtalara şamil olur. Belki bu itibarla olacak, bazı milletler yüksek ve
kapsamlı kültüre, medeniyet diyorlar. Avrupa medeniyeti, şimdiki çağ medeniyeti
gibi. 1930 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 267)” Medeniyeti oluşturan
genel çerçeve olarak teklif ettiğimiz toplum-devlet-şehir meselesine dair
konular bu tanımın içerisinde olduğu gibi Atatürk medeniyet-kültür ayrımı
konusunda süre giden tartışmaya da kendince böyle katılmıştır. Kültür ve medeniyet
tartışmalarına katkı sunacağını düşündüğümüz bu yaklaşım kültürel içeriğin
kapsamı genişledikçe medeniyet çerçevesine ulaşmayı yaygınlık ve tesir
üzerinden analiz etmektedir. Beynelmilel
temas ve münasebetlerde, bütün muasır milletlere muvazi ve onlarla bir ahenkte
yürümek ve hususî seciyelerini ve başlı başına müstakil hüviyetini mahfuz
tutmak dengesi Cumhuriyet tarihimizde gerçekleştirilme oranı ne olan bir
muvazenedir bunun üzerinden düşünülmesi Cumhuriyetin 100. Yılı ve Türk asrı
olması temenni edilen bir müstakbel için önemlidir diye düşünüyoruz. Burada
ülkemizdeki sağ-sol, laik-dindar, Kemalist-Muhafazakâr gibi çerçevelerden
çıkarak medeniyetçi bir müstakbeli medeniyetçi milliyetçilik ile düşünmek
ülkemizin kalkınma ve insanlık için fayda üreten merkezlerden biri olma,
insanlığın adalet ve hak ihtiyacından söz sahibi bir merkeze dönüşmek
noktasında gerekli değil midir?
Kutadgu Bilig müellifi Yusuf atam Dünyayı tutan insan akıllı olmalıdır; halkın başında
bulunan kimse decesur olmalıdır. Bu ikisinden sonra, hizmetkârların da töre ve
usule vakıf olmaları lazımdır. Beyler kudretlerini bunlar ile yükseltirler;
düşmanlarının başını ezer ve öçlerini alırlar. Bu kanun ve töreyi kendimizin
vaz’etmemiz icap ederken, töreyi bozmamız bize nasıl yakışır. İşte bu yaklaşım
çağı ile doğru alaka kurarak medenileşmeyi gerekli kılar: Mustafa Kemal Atatürk
bu çerçevede: “Bilirsiniz ki dünyada her
kavmin, varlığı kıymeti, hürriyet ve bağımsızlık hakkı, sahip olduğu ve
yapacağı medenî eserlerle orantılıdır. Medenî eser vücuda getirmek
kabiliyetinden mahrum olan kavimler hürriyet ve bağımsızlıklarından soyunmaya
mahkûmdurlar. Medeniyet yolunda yürümek ve muvaffak olmak hayatın şartıdır. Bu
yol üzerinde ileri değil, geriye bakmak bilgisizliği ve ihtiyatsızlığı gösterenler,
umumî medeniyetin coşkun seli altında boğulmağa mahkûmdurlar.1924… Medeniyet
yolunda muvaffakiyet yenileşmeğe bağlıdır. Sosyal hayatta, iktisadî hayatta,
ilim ve fen sahasında muvaffak olmak için yegâne olgunlaşma ve ilerleme yolu
budur. Hayat ve yaşayışa hâkim olan hükümlerin zaman ile değişme, gelişme ve
yenileşmesi zaruridir. Medeniyetin ihtirasları, fennin harikaları, cihanı
değişiklikten değişikliğe sürüklediği bir devirde asırlık köhne zihniyetlerle,
maziye düşkünlükle mevcudiyetin muhafazası mümkün değildir. Medeniyetten
bahsederken şunu da kesinlikle söylemeliyim ki medeniyetin esası, ilerleme ve
kuvvetin temeli aile hayatındadır. Bu hayatta fenalık, muhakkak sosyal,
iktisadî siyasî acze sebep olur. Aileyi teşkil eden kadın ve erkek unsurlarının
tabiî haklarına malik olmaları, aile vazifelerini idareye yetenekli bulunmaları
lâzımdır.1924” Medeniyet davası bir hürriyet ve bağımsızlık davasıdır. Aile
yani toplumun medeniyetçi bir düşüncenin temelindeki yeri devlet-şehir ayakları
bakımından önemi de burada vazıh bir şekilde vurgulanmaktadır. Töre ve usul
mahiyeti değişen medenileşme yolunda esasen benzer sabitelerle yürümeyi
gerektirmektedir. Kutadgu Bilig müellifinin dediği gibi Töreyi bilen, töre ve kanun ile halkı idare eden insan çok iyi söylemiş,
dediği o bakış açısı işte Cumhuriyet kurulurken de usulen ortada idi.
Türkler geçmişte büyük
medeniyet merkezleri kurdular, var olanlarda yaşadılar ve buraların gelişmesini
sağladılar. Bu bakımdan Türk milleti medeniyetçi bir milletir; medeniyeti
tanır, kurar ve yaşatır. Mustafa Kemal de bu manada bir esasın milletimizde
olduğundan bahsederek kaçan fırsatların telafi gereğine işaret etmektedir. “Bağımsızlığını ve değerini dünyaya tanıtmak
özellikleri, liyakati ve kudreti taşıyan milletlerin, medeniyet yolunda da
hızlı ve başarılı adımlarla ilerlemek istidatları, kabul olunmak lâzımdır.
Gerçi bir toplumun zamanla kökleşmiş örf ve âdetleri, hisleri ve inanışları
mühimdir. Bu itibarla, toplumlar, ön ayak olacak fertler üzerinde, âdeta âmir
ve hâkim bir tesir gösterirler. Fakat, yaradılıştaki istidat ve liyakati,
gelişme ve yükselmeye erişmiş milletler, medeniyetin bugünkü gelişmelerinden
feyiz ve ilham almış aydın evlâtlarının sevk ve rehberliğiyle, mazide
kaçırdıkları fırsatların doğurduğu gecikmeleri, telâfi çaresini bulmakta
gecikmezler. 1928 (Atatürk’ün S.D. II, s. 249)” 21. Asırda yeniden bir
medeniyet merkezi olarak maddi ve manevi kültürün pek çok semerisini insanlığa
sunacak ve varolan sıkışıklığa bir üçüncü yol olmak iradesini gösterek olan Türk
milleti tüm kaynakları ile medeniyet meselesini ve medeniyetçi tarih okumasını
geliştirmek zorundadır. Mustafa Kemal üzerinden yaptığımız bu okuma kendözümüz
üzerinden milli seciye ve müstakil hüviyeti koruyarak muasır milletlerle
paralel ve birlikte yürümek noktasında şüphesiz önemlidir. Mahut ve meşum
ezberler medeniyet yolunda bize çok şey kaybettirdi. Titreyip kendimize
dönerken ve alemi de dört gözle tarassud ederken, Yabancılar memleketimize gelsinler; bize zarar vermemek,
hürriyetlerimize güçlükler çıkarmaya çalışmamak şartiyle ve hususî seciyelerini
ve başlı başına müstakil hüviyetini mahfuz tutmak, şeklinde Atatürk’ün bu
ikazı 100. Yılda bize ne söyler? Buyurun artık mugalâtadan çıkıp düşünmeye
başlayalım mı?
Vesselam