24 Ocak 2018

Devlet ve teknoloji

Türkiye'de de üç Müslüman aydın devlet ve teknoloji kavramları üzerinde tefekkür etti. Nurettin Topçu, Kültür ve Medeniyet, Devlet ve Demokrasi, Ahlâk Nizamı kitaplarında Batılı teknoloji aktarımına muteriz bir devlet fikri inşa etmeye çalıştı. Topçu'ya göre teknik, kültürün çocuğudur. İslâm toplumu, kendi kültürüne ve ihtiyaçlarına uygun bir teknik kullanmalıdır. “Milli devlet, dinini ve dilini kutsal kurumlar halinde koruyabilen (…) teknikten önce insanı yetiştiren devlettir. Onun bu topraklarda temelini atacak olanlar, Amerikan yardımlarıyla değil, Osman Gazi'nin vasiyetiyle işe başlayacaklardır” (Nurettin Topçu, Devlet ve Demokrasi, Dergâh Yayınları, 1998: 118).

Başka bir devlet vurgusuna yönelen Sezai Karakoç ise hem devleti hem Batılı teknolojiyi İslâm'ın hedefleri için kullanmak mecburiyetinden bahsetti. İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü isimli kitabında “Kişi kendisinden ve çevresindekilerden, devletse toplumdan Allah'a karşı sorumludur (…) Çünkü kişinin de Devletin de amacı birdir” dedi (Sezai Karakoç, İslâm Toplumunun Strüktürü, Diriliş Yayınları, 1980: 44).

Sezai Karakoç'un Müslüman toplumun siyasi tarihi için kırılma noktası gördüğü tarih 1918'dir: “Yani ülkemizin geleceğinin anahtar olayı nerede? Bu anahtar olay tabiidir ki, 1918'de Osmanlı Devleti'nin çöküşündedir (…) Sonuçta bizim bugünkü sınırlarımız çizildi. Bu sınırlara, bizim tarihimizde Misak-ı Milli sınırları denir. Aslında bu sınırlar, bizim tarafımızdan çizilmiş değildir. Bu sınırlar düşmanlarımız tarafından çizilmiştir. Bu sebeple, bir gün kuvvetlendiğimizde, bu sınırları yeni bir sorun haline getirmemiz en tabii hakkımızdır (…) Fakat dikkat ederseniz, o hudutlarda bulanık çizgiler de kaldı. Meselâ; biz Musul ve Kerkük'ü istiyorduk (…) Musul ve Kerkük verilmedi bize. Şimdi bakıyoruz, bu kadar yıl sonra bizi o sınırlardan zorluyorlar. Düşmanlarımız, bizi Musul ve Kerkük sınırlarından zorluyorlar. Demek ki, Musul ve Kerkük'ü o zaman vermemiş olsaydık, şimdi Güneydoğu sınırımız kolay kolay zorlanmayacaktı” (Sezai Karakoç, Çıkış Yolu I- Ülkemizin Geleceği-İki Konferans, Diriliş Yayınları, 2012: 66, 68-69).

Sezai Karakoç, devletsizlik fikrini yayanları esaret meftunları sayarak “İslâm'da devlet yokmuş! Kur'an'da devlet yokmuş! Güya, Müslümanlık tek, münferit kişilerin inancından ibaretmiş. Halbuki; münferit kişilerin Müslümanlığı dahi, bir devlet himayesi olmazsa, devlet çalışması olmazsa zamanla elden gider (…) Onun için, her kim devlet düşmanlığı yapıyorsa onun yanında olmayın” der (Sezai Karakoç, Çıkış Yolu III-Kutlu Millet Gerçeği-Dört Meydan Konuşması, Diriliş Yayınları, 2013: 117-118).

Karakoç'un teklif ettiği devlet “En az, bugün, on milyon kilometre kare yüzölçümü olan, iki yüz elli milyon nüfuslu ve mutlaka nükleer güce sahip ve bilginleri en teorik pozitif bilimlerde ileri seviyede ve sanatçıları, edebiyatçıları, bilim adamları da kendi alanlarında dünyada en yüksek seviyede olanlarla yarışabilecek bir toplum, bir millet, bir devlet”tir (Karakoç, 2013: 83). Karakoç'a göre “Coğrafyada bütünlük ilkesi vardır. Yani sınırların [suni değil] tabii olması gereklidir. Bir ülkenin emniyeti için, en azından, sınırların belli büyük engellerle çevrili olması lâzımdır (…) Her şeyden önce, meselâ, diyelim Dicle ve Fırat, bu iki nehir yöresi de en azından, denize döküldüğü yere kadar uzamalıydı. Sınırlarımız oraya kadar uzanmalıydı” (Karakoç, 2012: 69).

‘Müslüman toplum'a vurgu yapan İsmet Özel'e göre ise “Batı ve onun geliştirdiği teknoloji karşısında bugün de sıhhatli bir çözüme vardığımız söylenemez. Halk arasında en yaygın görüş Batı'nın teknik gücünü kullanmamız ve fakat onun moral değerlerine karşı direnmemiz şeklinde beliriyor (…) Aydınlarla halk büyük ölçüde aynı görüşü paylaşıyor: Batı'nın teknolojik imkânlarına biz de sahip olmalıyız” (İsmet Özel, Üç Mesele, Dergâh Yayınları, 1984: 144). Ayrıca O, İbn Haldun'a atıfla devletlerin (hadarî umranın) pek azının yerleşik hayatın kokuşmuşluklarına direnebildiğini de hatırlattı (Özel, 1984: 132).

İsmet Özel'e göre teknik bizatihi bir moral değeri temsil eder. Teknoloji, kendisine has mantık ve işleyiş kurallarıyla gelir. Bütün toplumlarda teknik bulunur, fakat teknoloji sanıldığı kadar masum değildir. Batı uygarlığının ana vasıflarından biri tabiatı istismar etmek olduğundan, Batı bilgisi tabiattaki hareketi mihanikî (mekanik) sayarak küfre düşmüş, bilgi alanında kurduğu sebep-sonuç münasebetleriyle insanlığı bilginin düşmanı haline getirmiştir. Bu tip bilgi ve bilim anlayışı tekniğe uygulanınca teknoloji, bağımsız bir kuvvet, bir otorite, kendi kanunlarını kendi koyan bir tirana dönüşmüştür (Özel, 1984: 144-150).

İsmet Özel, teknolojiyi tabiatı egemenlik altına alma niyetinin usulü görmektedir. Bu bilgi biçiminin insanı “tabiatın bir ürünü olmakla birlikte onu egemenliği altına alabilen bir varlık” olarak tasavvur ettiğini ifade eder. Bu nedenle teknik, insanın veya milletlerin diğer insan veya milletler üstünde egemenlik hakkını seçmesini sağlayan ahlâkın somutlanmış biçimidir. Mevcut haliyle Batı tekniğinin İslâmî yaşayışın örgüsüne girmesi mümkün değildir (Özel, 1984: 167-168). İsmet Özel, teknolojik endüstriyel hamlelerin ıvır zıvır imal etmekten kendilerini alıkoyamayacağına da işaret eder: “Traktör çikletsiz olur mu?” (Özel, 1984: 144).

Biz ise, “Devletin teknolojisi, halkın tekniği” şeklinde ifadelendirdiğimiz başka bir yaklaşımla bu üç düşüncenin çatışan unsurlarının telif edilebileceği umudundayız.