Devletin Dini, Dinin Ahlakı yahut Adalet Ahlakı
Algı kavramlarımız gerçeği tahrip ediyor. Baktığımız ile gördüğümüz düşündüğümüz ile söylediğimiz arasında uzak mesafeler olabiliyor. Türkler’in son asırlardaki bazı hallerinde bunu zaman zaman gözlemek mümkündür. Bu cümleden devlet ve dine bakışlarındaki kaotik hal hayatlarında düzen oluşmasını çoğu zaman öreledi, örseliyor.
Devlet algısını oluştururken içeriden bakar sanırken
dışarıdan tercüme kafalar ile bu kavram ve yapıya bakarak bir takım sakıncalı sonuçlara
ulaştık ve halleri yaşadık, yaşıyoruz. Överken de söverken de hep benzer
çukurlara düştük, düşüyoruz. Devleti düşünürken, mevcut hali, kadroyu mutlak ve
esas sayıp, bir takım muallak değer yargıları üzerinden modernizmin bir sapması
olarak gören bir akıl “Kemalist” vs. gibi ürettiği kavramlar ile Mısır,
Pakistan yahut başka bir işgal coğrafyasında yaşayan zihinlerin katılığı ile
sömürgeci aradığı yere devleti koyarak kendisine bir meşruiyet ve iktidar alanı
açmaya çalıştı, çalışıyor. Bir zihniyeti eleştireyim derken put devirmek
emeliyle iktidar putları dikiyoruz, dikiyorlar. Kimileri yine devlete başka
algılar/ideolojiler ile faşist, milliyetçi gibi ötekileştirmeler ile baktılar.
Lakin bütün bu bakışlar medeniyet çerçevemizin temellerinden olan bu kavram ve kuruma
dair meselelerimizi sırat-ı müstakime taşıyamadı. Zihinler karşısına aldığı bu
kurumu ya öteki kılıp meşru alan üzerinden ele geçirmeye çalıştı yahut elde
ettiyse dışarıda kalanları şeytanlaştırıp mevcut iktidar durumunun meşruiyetini
devama sağlayan yaklaşımlar kakafonisini sürgit devam ettirdi, ettiriyor.
Toplumun devlet ile organik alakasına dair algılar çarpıklaştıkça iktidar alanı
açmaya matuf gayretler hep devlet algımızı yıprattı. İktidar kavramı ötesinde
düşünülmesi gereken bu kavramın itidal mefhumu nedir? Hâlbuki nicedir devletten
beklenen şey ideolojik manadaki bu çarpıtma ve çarpışmalarla uğraşmak değil adalet kavramı üzerinden birey, toplum
ve devlet ilişkilerindeki işleyişi düşünmek gereği idi. Biz sömürgeci görmeyi
yeğleyip güya inanç alanımıza dair bir alan açmaya yahut faşist deyip sosyal
bir alanda devleti ıslah etmeyi dayatmak yerine adalet merkezinde devlete bakıp ondan beklentimizi yahut
itirazımızı ortaya koysak içeride belki birlik olur, dışarıdan gelmesi muhtemel
çarpık etkilere karşı da mukavemetli olurduk. Lafız bir, mefhum muhtelif olunca
dirlik düzenlik hasar görüyor. Devletin dini adalet diyen bir geleneğin yaşadığı
bir toplumda sağlı sollu devleti kendi boyasına boyama derdi ve çabası bu
kurumun varoluş esasını fena halde pas geçmemize, batıdan doğudan gelen tercüme
fikirler ve yanlış kavramlar ile elimizle kendimize putlar yapmamıza yol açtı. Adalet
bekleyip durduğumuz devletimizi modern veya konjonktürel algılar ile yıpratmak
yerine karanlığa bir mum yakmak faydalı olmaz mıydı?
Din meselesi de benzer bir yandan bakışla hayatımızda yer
aldı, alıyor. Mahut bir bakış açısı dini “ruhbanların ortaçağ karanlığı” ile
dayattığı bir kilise içinden görerek modern bir kafa ile dinin esasını değil de
sadece siyasi alana dair birşeymişcesine, eneteletüel ahlaki zemini kalmamış
bir şekiller tomarına din diye hücum ederek toplum hayatından dışlayarak işleri
düzeltmeyi düşündüler. Kimileri ise adeta sömürgeci olarak bilerek bilmeyerek
nitelediği devletten dinini kurtarmanın davasına düştüler. Muhayyel devrimler,
ihtilaller ve darbeler sarmalı… Her halükarda din, devlette olduğu gibi, kendi
varlık gayesini değil de modern zamanların itiş kakışında bir iktidar alanı
açma, meşruiyet sağlama, toplum kesimlerini etkileme vesilesi olarak aslında
birbirinden beslenen bu iki karşıt bakışın çelişkisi içerisinde manasında
kaybederek hayatımızda can çekişip durdu. Din içinde bir itidal mefhumu tayin
edemedik! Hâlbuki dinden beklenen temel şey ahlak
olmalıydı. Destek de eleştiri de merkezine bu kavramı yani ahlakı alarak
yapılmalıydı. Güzel ahlakı tamamlamaya gelen bir din nelere malzeme edilmiş
idi. Bu bakımdan din meselesini ahlak davası kılmadan modern çarpışmalara mühimmat
eylemek son zaman zalimliklerimizden olarak hayatımızı felç etti, ediyor.
Devletin dini adalet, dinin devleti ahlak ise bu yolda bir
yeni bakış ile kördüğüm olmuş yahut kısır döngüler kurmuş meseleleri hayatın ve
milletin faydasına çözmeye ve görmeye çalışmak faydalı olmaz mı? Bunu
düşünürken her iki tarafın yerleşik yapıları tarafından aforoz edilip dayak
yemeyi de göze almak gerekiyor sanki. Din u devlet mülk ü millet düsturunu
edinen ve adalet dairesi ile hayatını tanzim eden bir geleneğin milleti için bu
bakış açısı çok da abes olmayacaktır.
Devletin dini adalet yahut dinin devleti ahlakı bir adalet ahlakı çerçevesinde düşünmek
insanlığımız ve medeniyet halimiz için müstakbelde yapıcı olabilecektir. Haa
diyeceksiniz yahu bu adalet de muğlak, ne idüğü meçhul, kaygan, bakana göre
muğlak ve romantik bir kavram değil mi? Deriz ki kendimize samimi olup, nalıncı
keseri gibi kendimize yontmayı bırakan, kendimiz için istediğimiz diğeri içinde
isteyen bir edebimiz, terbiyemiz, töremiz ve ahlakımız olduğunda adalet de bize
manasını açmayacak mıdır?
Vesselam.