"Diriliş" şehrine yolculuk
Kalpsiz ve ruhsuz modern dünyanın şehirlerinden kaçışımız devam ediyor. Bu kez yolculuğumuz Sezai Karakoç’un “Diriliş” şehrinedir. Kalben yolculuğa çıkmaya niyet ettiğimiz bu şehir İslâm medeniyetinin yeniden doğduğu, İslâm milletinin, bezm-i elest’teki ruhlar buluşmasının mânasınca buluştuğu ve kavuştuğu bir şehirdir. Karakoç’a göre “Diriliş İslâm medeniyetinden koparılışın son bulmasıdır. Bir düşüşten çıkış ve kurtuluştur. Mânevî pencerelerin örtüsünü kaldırmak demektir.”
DİRİLİŞ ŞEHRİNDE TAHA KARŞILAR BİZİ
Dünya şehirlerinden şikâyetçi
olanlar İslâm milletinin bahtiyar olarak yaşadığı Diriliş şehrine kalp yoluyla
hicret etmelidirler. Bu şehirde Leylâ ve Mecnûn’la tanışma imkânı var.
Peygamber Efendimiz’in kutlu zamanındaki Mekke ve Medine şehirlerine ruhunu
veren Diriliş şehrinin sembolü Hızır Aleyhisselâm ve Taha’dır. Bu şehre duhul
ettiğimizde Taha karşılar bizi. Taha, Diriliş şehrinin, yâni İslâm
medeniyetinin yeniden inşası için, modernizmi ve inançsızlığı temsil eden
“soytarı” ve “yarasalarla” savaşan bir mümindir.
“Kalbini sararak Kur’ân
muşambalarına / Bütün benliğini verdi yarasa duvarına / Sonra birden hatırladı
çocukluğunda öğrendiği o uranyum kelimelerini / Eski bir handa / Yarasa
lügatında / Bir yarasa diyordu ki / Kan kazan bir karabasanım ben / Bir yarasa
diyordu ki / (…) Çalı çırpı çadır çıkın bir çavdar uygarlığıyım ben…”
DİRİLİŞ ŞEHRİNİ HIZIR ÂLEYHİSSELÂM ÇOKÇA ZİYARET EDER
Peygamberlerin inşa ettiği bu
şehri Hızır Âleyhisselâm çokça ziyaret eder. Şair Diriliş şehrinde “Biz bir
Hızır’ız ama belki bin Hızır gibi / Biliriz yeryüzünde bengisu illerini”
diyerek Hızır Âleyhisselâmla mülâki olur ve “Hızır’la Kırk Saat” şiiriyle ona
derdini döker ve modern dünya şehirlerinin kıyıcılığını, ruhsuzluğunu anlatır:
“İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler / (…) Bir kentten daha geçtim /
Buğdayları yakıyorlardı / Yedikleri pirinçti / Birbirlerine açılan borular gibi
üfürüyorlardı / Sonra birbirlerinden borular gibi çıkıyorlardı…”
EFENDİMİZ’İN REMZİ GÜLLE DONANAN ŞEHİR
Diriliş şehri ilahî
güzelliğin ve Peygamber Efendimiz’in remzi olan gülle donanmış. Gül bahardır.
Gülün ilahî cemâlinden dolayı bu şehrin her zamanı baharla geçer. Bahar
cennet’ten bir hayat… Bu şehirde yaşayanlar gül kokusuyla yatar, gül kokusuyla
uyanırlar. Gül devşirir, gül şerbeti içer, gülle yıkanırlar. “Gül muştusu” her
ân kalp ve dimağlardadır. Bülbül ve gülün aşkının ateşi hiç eksik olmaz.
Yolculuğa çıkmak isteyenlere Diriliş şehrinin şairi kılavuzluk etmek istiyor:
“Gelin gülle başlayalım atalara uyarak / Baharı koklayarak girelim kelimeler
ülkesine / Bir anda yükselen bir bülbül sesi…”
PEYGAMBERLER ÜLKESİ YİTİK CENNET’E GİDEN YOL
Şairin dâvet ettiği Diriliş
şehrinin ilk zamanı, Peygamberlerin ulvî eserleri ve güzellikleriyle donanmış
Yitik Cennet’tir. Vahiy ruhuyla inşa olunan Peygamberler ülkesi, emanete
sadâkat gösterilmeyince ruh ve sûret olarak uzaktaki “Yitik Cennet” oluyor.
Yola çıkmadan evvel, Peygamberler ülkesinin hikâyesini bilmek lâzım.
Yitik Cennet’i inşa eden sekiz
Peygamber ve son Peygamber Efendimiz’dir. İlâhî medeniyetin temelleri bu kutlu
zamanda atılmış. Şeriat, devlet, hikmet, mârifet ve adâletin hükümferma olduğu
en yüce seviyesine Efendimiz Aleyhisselâtüvesselâmla ulaşmış.
İnsanlığı eşref-i mahlûkat
vasfından uzaklaştıran dünya şehirlerinden Yitik Cennet’e kalp yoluyla
yolculuğa çıkmak gerek. Peygamberlerin inşa ettiği Yitik Cennet’e ihânet ve
kötülük eden hikmetsiz ve ruhsuz modern şehirlerden kaçmamız için çok sebep
var. Bu sebeptendir ki, şair bize Yitik Cennet’in varlığını hatırlatıyor. “Bu
ülkede ilham yağmur ve rüzgârlara bakar / Donmuş ruh ancak baharla kanatlarının
açar / Kışı bırakmak yeniden yaratılmak gibi/ Yeniden olmak gibi bir fizikötesi
töreni…”
DİRİLİŞ ŞEHRİNDEN “BAŞKENTLER BAŞKENTİ” İNE…
Diriliş şehrinin dâvetçisi
şairin bir dileği daha var. Gönül medeniyetinin hükümferma olduğu Diriliş
şehrinden “Başkentler Başkenti” ne yolculuğa çağırıyor bizi: “Senin kalbinden
sürgün oldum ilkin / Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği / Bütün
törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında / Sana geldim ayaklarına
kapanmaya geldim / Af dilemeye geldim affa layık olmasam da / Uzatma dünya
sürgünümü benim…”
“Sürgün Ülke” Peygamberlerin
âbâd ettiği ve sonra Peygamberlerin istikâmetinden ayrılanların bozduğu ve
“kış” a dönmüş bu dünyadır. “Kış” karanlık, kasvet, soğuk ve derttir.
“Başkentler Başkenti” ise baharın ülkesidir ve Peygamber Efendimiz’in olduğu
ilahî âlem, yâni asıl vatandır. Bir mânasıyla da İslâm medeniyetinin kemâl
mertebesi olan “dersaadet”, yâni saadet
yurdu vasfını haiz İstanbul’dur. Neticede, şairin muradı hasretini çektiği
medeniyet şehrine ulaşmak...
“Sürgün ülke” den bizar olan
şair “En sevgili / Ey sevgili / Uzatma dünya sürgünümü benim” diyerek,
Peygamber Efendimiz’in bulunduğu “Başkentler başkenti” ne gitmek istiyor.
Gönlümüzü ve îmanımızı kavî kılmak istiyorsak, şairin çağrısına kulak verip,
“Başkentler Başkenti” ne yolculuğu hazırlanalım. Modern dünya şehirlerinin
istediği esfel-i sâfilin, yâni insanlığın en aşağısı olan hayvan-ı natık
olmamak için kalp şehrimizi aramaya devam edeceğiz
*****
“VAN İLE SÜPHAN”
Kitapsız hayat olmaz; hele de
bir şehir münzevîsi için… Başucumda bir roman var: “Van ile Süphan” (Ark Kitapları Yayınları, 2022, İstanbul) Şahin Savaş’ın ilk kitabı bu… Şahin Savaş, Kahramanmaraş doğumlu.
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye Bölümünden mezun.
Sağlık Bakanlığında Başmüfettiş ve Teftiş Kurulu Başkan Yardımcısı. Bürokrat
değil, yazmaya meyilli gönül ve halk adamı… Vazifesi ve meşrebi gereğince
Türkiye’de gezmediği şehir kalmadı. Kendi ifadesiyle “Üç kıtada yirmiye yakın
ülkenin mahalle aralarında dolaştı. Tanımadığı evlere misafir oldu, bir daha
göremeyeceği insanlara sırrını verdi. Gördükleri ve hissettikleri içine sığmaz
olmuştu. Derken bir şey oldu” Van ile
Süphan adlı romanını yazmaya karar verdi ve yazdı. Van’dan Bodrum’a uzanan
trajik bir aşk hikâyesi anlatılıyor. Kitabın arka kapağındaki satırlar bu aşkın
samimi bir hisle başlayıp vuslatı olmayan hazin bir sonla bittiğini bildiriyor:
“Aşk acısı nasıl geçer, Dede?” Teklifsiz sormuştum, o da
tereddütsüz cevapladı: “Geçmez, oğul!” “Evvela şunu bil ki bir insan yaşarken
âşıksa ölürken de âşıktır. Şimdi sofra hazır, barakamıza buyur, bunlar geniş
zamanın lafları...” Neydi aşk? Herkesin bildiği fakat kimsenin çözemediği bir
sır, hudut tayin edilemeyen bir umman mıydı? Yoksa aşk; sevdiğinde kimsenin
görmediğini görmek, hiç kimsede bulmadığını onda bulmak mıydı? Yahut aşkın gözü
hakikaten kördü de bu bir aldanma mıydı? (…) Ya da hakikatte aşk vardı da
yalnızca bazı yüreklere hediye olarak mı verilmişti? Peki, Van’ın tüm
çırpınmalarına ve yakarışlarına rağmen Süphan’ın yüzündeki o buz kesmiş
aldırmazlığın haklı yanı neydi? Hakikati konuşmanın affedilir bir yanı hiç mi
yoktu? Eserde; bir zabıt kâtibi ile hâkimenin, tez biten fakat bir ömrü
etkileyen aşkı, Süphan Dağı ve Van Gölü metaforu üzerinden anlatılmaktadır.
Onlar kendi dünyalarında nahif bir başlangıç yaşarken Necibe’ye karşı gizli
duygular besleyen Galip Savcı’nın çaycı kadın aracılığıyla yaydığı bir dedikodu
ve Kâtip’in mühim bir sırrının ortaya çıkmasıyla her ikisi için zor günler
başlar...”
Romanın dili muntazam ve akıcı…
Türkçesi güzel… En sevindirici tarafı, bir kez kullanılan “yaşam” hariç,
uydurukça kelime yok. Son derece doyurucu tabiat, mekân ve eşya tasvirleri var.
Okurken tasvirler bitmesin istiyor, insan. “Van ve Süphan” nedir, ne mânaya geliyor? Romandan okuyalım: “Tabiatın
da bir gönlü, bir dili vardı. O dili yanlış anlamıyorsam eğer, haybeye değildi
bu çırpınmalar. Belli ki Van Gölü; yaylaları serin sulu, etekleri yeşil, başı
duvaklı bu dağa meftundu ve esen rüzgârlardan medet umarcasına ona ulaşmak için
çırpınıyordu. Sadece rüzgâr değildi ki… Uçan kuştan bütün nebatata kadar Van’ın
bu sızısını yüreklerinde tüm mahlûkat kendi lisanıyla Süphan’a dil döküyor,
minnet ediyordu. Sazlıklarında toylar, kıyısını yurt edinmiş turnalar,
yeşilbaşlar, zogzoglar, dikkuyruklar… Hepsi, hepsi ötüşlerini Süphan’a
çevirmiş; akşamın o vaktinde kurbağalar vıraklıyor, martılar huysuzlanıyordu.
Bahçedeki tüm ağaçlar, uzun otlar, kısa çimler, şeker dikeni, yavşan otları,
deli kengerler, çiğdemler, çirişler, kuşkonmazlar… Onlar da yönünü Süphan’a
dönmüş, yine koca bir ceviz ağacı da başını alabildiğine eğerek dallarını o
yana uzatmıştı. Ne var ki tüm çırpınmalara ve bütün yakarışlara rağmen
Süphan’ın yüzünde sessizliği özgüven bilen buz kesmiş bir aldırmazlık vardı ve
bu hâliyle umut vermiyordu.” (s.23-24)
Hülâsa-i kelâm: Van ile Süphan,
her şeyden önce tabiat, mekân ve insan tasvirlerindeki doyuruculuğu ve okuyanı
o mekânların içine çekiciliği yönüyle okunmalıdır.(ilbeyali@hotmail.com)