"ESEOĞLU" ve "YALNIZ EFE"
Devleti Âliyye’nin son dönemi edebiyatçılarımızdan, hikâyeleriyle tebarüz etmiş olan merhum Ömer Seyfettin’inin küçük bir hikâye kitabı var: Yalnız Efe. Milli Eğitim Bakanlığı’nın “100 Temel Eser Projesi” kapsamında olduğundan ilk ve orta öğretim çağlarındaki talebelerin umumiyetle okumuş olduğunu düşünmek istiyorum. Kitabı ortaokul çağlarımda okuduğumu sanıyorum ancak şimdi okuduğumda zihnimde o zaman açılmamış olan kapıların açıldığını, efkârımı farklı ufuklara kanatlandırdığını fark ettim.
Hikâyeyi,
edebiyat çevrelerinden kimileri, eşkıyalığı yücelttiği gerekçesiyle, yermiş
iseler de hakikat tabi ki bu minvalde değildir. Ömer Seyfettin dönemin karmaşasını,
bozulmuş idari ve toplumsal düzeninden
kaynaklanan hakkaniyetsiz atmosferini hikâye yoluyla ortaya koymuş ve benzeri
birçok vasatta insanların içine düştüğü çözümsüzlük girdabından her zaman bir
kurtuluş ümidinin var olduğunu, iyilerin her şartta kazanacağını, olağanüstü
ögeleri de kullanarak ifham ettirmiştir. Takdir edersiniz ki şartlar bazen
iyilerin o denli aleyhine olur ki bu şartlardan âzâde olmanın imkân ve
ihtimalinin bulunmadığını icbar eder zihinlere. Ancak milletlerin müktesebatında;
gerek şiirleri, gerekse masalları, hikâyeleri ve destanları başta olmak üzere milli
heybemizdeki daha birçok kültürel hamule içerisinde, iyiliğin her zaman galip
geleceğine dair birçok sözlü ve yazılı ürün/eser vardır. Bununla beraber Kutsal
Kitaplarda da hep bu imkâna işaret edilmiştir. Bunların varlığı bir ümidin
varlığıdır. Bir ümidin varlığı ise her zaman bir azmi besler, cesaretlendirir.
Esasen insanlık tarihini dinamik kılan; zulümâtı aydınlığa, kıtlığı refaha,
zillet ve meskeneti, mülk ve saltanata tebdil eden ve böylelikle tarihi; her
kiri gün gelip arındıran bir akarsu haline getiren işte bu ümittir diyebiliriz.
Aksi halde tarihin, durağan ve kokuşmuş bir su birikintisi misali çekilmez bir
hâl alması kaçınılmazdır.
Kitabı
okurken bir an ruhumun ne kadar da daraldığını, içimde büyük bir ümitsizliğin
yer ettiğini fark ettim. Zira kitapta anlatılan vasat ile içinde yaşadığımız
dünya birbirine o kadar çok benziyordu ki… Hatta kötülüğün, kitaptaki ahvalden
daha karmaşık, daha müzmin bir halde âleme musallat olduğunu okuma esnasında
uzun uzun düşündüğümden, okuduğum yerleri tekraren okumak durumunda kaldım.
Düşündükçe, bize büyük bir alâyiş ve ambalaj ile sunulan dünyanın, aslında “Yalnız
Efe”nin dünyasının bin beter “gelişmiş/ilerlemiş” hali olduğunu görerek
hayretten hayrete düçar oldum.
“Mübalağa ediyorsun!”
diyebilirsiniz. Hiç mübalağa etmiyorum, bilakis düşündükçe zihnimde iki dünya
arasında kurduğum bağları yeterince ifade edememekten endişe ediyorum. Şöyle
ki; hikâyede bozuk bir idari düzen var, hatta düzen denilemez, acz içinde bir
idare olduğundan düzensizlik var. Yokluk- yoksulluk had safhada. Bununla
beraber, idareyi zapt-u rapt altına almış bir “Eseoğlu”/tefeci var ve
arkasına aldığı idarenin gücünü de kendi lehine kullanarak, civardaki tüm
köyleri kendisine cebren borçlandırıyor. Bu yolla köylülerin varlıkları birer
birer “Eseoğlu”na intikal ediyor. Nasıl mı? Mesela: “Eseoğlu” idareyle olan
ilişkilerini kullanarak bir köye salma saldırtıyor. Köylüde para olmadığından
kimse ödeyemiyor tabii. Jandarma, köyün erkeklerini silah zoruyla ağaçlara
tırmandırıyor ve ağaçtan inenin vurulacağını söylüyorlar. Ancak, “Eseoğlu”na
borçlanıp salmayı ödeyerek ağaçlardan inebilme imkânına erişiyor köylüler.
Avcılıkla geçinen başka bir köy ahalisinin,
jandarmaya, silahlarını toplatıyor ki “Eseoğlu”ndan borç almaya
mecbur kalsınlar.
Hikâyede
anlatılan ahvali, vermiş olduğum iki misal sarih bir şekilde anlatıyor sanırım.
Hikâye, ne kadar o devrin şeraitini anlatma konusunda gerçeğe vasıta olmuştur
bilinmez ancak, Ömer Seyfettin’in yaşamış olduğu; Osmanlı’nın son devrini
düşündüğümüzde vakıanın da bundan pek farklı olmadığını tahmin etmek güç
değildir.
Hikâyeyi
okudukça, bir karabasan gibi köylünün üzerine çöken “Eseoğlu” tefecisini,
köylünün başvuracağı bir idarenin yokluğundan mütevellit çaresizliğini
düşündükçe bunaldığımı fark ettim. Bu
bunalma hali, kendisini okuduğu esere kaptıran okuyucunun alışılmış ruh hali
değildi. Bilakis, okudukça fark ettiğim şey, eserdeki ve içinde bulunduğumuz
dünyadaki şartların paralelliği idi, ruhumu derin girdaplara yuvarlayan.
Elimde
kitap, zihnimde rengârenk banka tabelaları; her biri ayrı bir profesyonel
tasarımcı elinden çıkmış. Sair zamanlarda TV’den maruz kalınan banka taciz ve
taarruzunu düşündüm. Borç tasmasını hedef kitlenin boynunda geçirmek için her
kılığa girmede, her değeri suistimal etmede, her yol ve yöntemi denemede iblisi
yaya bırakan banka reklamlarını… Her biri neredeyse şeytana rahmet okutacak zekâ/hinlik
ürünü tuzak ve iğva olan tüketim teşviklerini… “Ayın daha ortası mı, cüzdan
tamtakır mı? Dert etme, alışverişi erteleme; kimlik numaranı yaz ve mesaj
gönder. Kredin hazır!”. “Bayram kredisi, kurban kredisi, tatil kredisi,
eğitim kredisi, evlenme kredisi…” İnsanları bir aptal, bir zombi mevkiine
oturtan, ahlaksızca taciz ve istismar eden bu reklamlar karşısında isyan
etmemek için ya tüm algı ve hassasiyetleri uyuşmuş ya da hakikaten zombileşmiş
olmak gerek herhalde diye düşünüyorum.
Düşünsenize;
hikâyede bir “Eseoğlu” var. Belki mevzi sayılabilecek bir durum. Bir “Yalnız
Efe” çıkıp “Eseoğlu”nu ortadan kaldırdığında kolayca yerini yeni bir “Eseoğlu”
alamayacak, kim bilir? O zaman bu denli kurumsallaşma olmadığından bertaraf
edilmesi daha kolay. Hem o zamanlarda iyiyle kötü arasında ayırım yapmak çok
kolay; herkes “Eseoğlu”nun kötülüğü hususunda hemfikir. Ya bugün öyle mi?
“Eseoğulları” ne kadar da insancıl, hatta bazen ne kadar da bizden,
değerlerimiz konusunda en az bizim kadar hassas(!), öyle değil mi? Şimdi bir de
içinde bulunduğunuz dünyayı, ülkenizi, şehrinizi, mahallenizi ve sokaklarınızı
düşünün. Güzelce tasarlanmış kurumsal kimlikleri, sizi güler yüzle karşılayan
tatlı dilli, prezentabl(ne demekse?) elemanları ile her köşe başını tutan ve
hayatınıza habis bir ur gibi sirayet eden banka, faktöring ya da daha farklı
adlar altındaki finans kurumlarını bir düşünün. Sokağınızda, mahallenizde,
şehrinizde, ülkenizde ve dünyada ne çok “Eseoğlu” var farkında mısınız? Şimdi
onların cümlemizin cebinde şubeleri var.
Dünyada
mer’i finansal/parasal düzeni düşündüğümüzde aslında olanın “Eseoğlu”nun
küresel ölçekte kurumsallaşmış, gelişmiş, modernleşmiş halinden başka bir şey
olmadığını görürüz. Kısacası, Doğu Karadeniz yöresinden derlendiği anlaşılan bir
türkü “Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz!” diyordu ama görüyoruz ki “Eseoğlu”
dünyaya hükümdar olmuş.
Modern “Eseoğulları”,
parayı mal ve hizmetleri ölçen bir araç olmaktan çıkartıp bir kısıt ve hatta
bir aldatma/soygun aracı haline getirerek, devletlerin bile nüfuz edemediği
tekellerine aldıklarından hepimizi borçlandırıyor, dolayısıyla
köleleştiriyorlar. Esefle görmekteyiz ki dünyadaki bu cari düzen
idareleri/devletleri de kontrol ediyor. Bu durumdan rahatsız olan
idareler/devletler de bir türlü çaresizlik eşiğini aşamıyor. “Ama büyüyoruz”, diyenlere “fakirleştiren
büyüme” kavramı üzerine düşünmelerini tavsiye ederim. Yeryüzünde tüm
varlıklar/zenginlikler BDPS[1] (Borca
Dayalı Para Sistemi) vasıtasıyla adım adım finans devlerine yani “Eseoğulları”na
intikal ediyor.
Ahval işte
budur, ancak hikâyenin de ilham ettiği gibi elbet bir “Yalnız Efe” çıkacak, kötüler/kötülükler
mutlaka hüsrana uğrayacaktır. Yeter ki cesaretimizi besleyen ümidimizi
yitirmeyelim.
Şaban
ÇETİN
[1]
BDPS (Borca Dayalı Para Sistemi)
ile ilgili detaylı bilgiye Prof. Dr.
Mete Gündoğan’ın internet ortamında bulabileceğiniz çalışmalarından
ulaşabilirsiniz.