05 Aralık 2016

Evlerimiz ne zaman özgün ve özgür olacak?

“Allah sizin için evlerinizi sükûnet, mutluluk ve huzur yeri kıldı. Bunun için hayvanların derilerinden çadırlar yapmanızı temin etti.” Nahl Suresi 80. Ayet

“Yakın gelecekte insan hayatını etkileyecek etkenlerden biri de şehirleşme olacaktır. Ülkemizde şehirlerde yaşayan insan oranı yüzde 80'i buldu. Felsefemiz insanı yaşat ki devlet yaşasın. Felsefemiz de insan odaklı olmalı. Gelişmiş ülkelerin şu an yaşadığı sorunlara maruz kalmamak için özgünlüğümüzü ve özgürlüğümüzü korumalıyız.” Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan

Peki şimdi durumumuz gerçekten ayette geçtiği ve Sayın Cumhurbaşkanımızın dediği şekilde mi acaba?

Sorumuzun cevabını kendimiz verelim. Tabii ki hayır maalesef.

Peki şu an olan nedir?

İnsanlar, şehirlere değil, kentlere doğru sürülmektedir. Evlere değil, rezidans ve apartmanlara tıkılmaktadır. Evlerine kolayca değil, büyük faizli banka borçları ile zorla ve uzun vadede ulaşabilmektedir. Bahçeli ve müstakil ev istedikleri halde, yüksek katlı betonarme apartman dairelerine mahkûmlar.

Önce bu olumsuz gerçekleri tekrar tekrar anlatmalı ve tarif etmeliyiz ki çözüm yolunda ortaya konacak gerçekler kabul görsün.

Yoksa küresel şeytani globalci üst aklın tüm dünya vatandaşlarını hipnotize ettiği gibi ülke insanımız da bu hipnotizmadan payını alıyor ve çözüm yolundaki en büyük engel olan önyargıyı kıramıyoruz.

Sorun; arsa yetersizliği, para yetersizliği, imkân azlığı, teknolojik zorluklar değil elbette.

Bu kadar girizgâhtan sonra bir tarafından başlayalım özgün ve özgür çözüm önerilerine.

80 milyon nüfuslu ülkemizin yaklaşık 800 bin km² lik arazisinin sadece %1'ini vatandaşımızın TC kimlik numarasına göre parsellesek ve dağıtsak kişi başına 100 m² lik arsa düşmektedir.

Ya da aklınıza Türkiye haritasını getirin. Doğudan batıya yaklaşık 1550 km. Kuzeyden güneye 650 km. Bu 650 km'lik taraftan 15 km'lik bir genişliği doğudan batıya tüm Türkiye boyunca imara açsak dünya standartlarında bir yerleşim mantığıyla tüm vatandaşların yaşayacağı şehirlerimiz oluşur.

Şehir merkezlerinde 100 m², şehir kenarlarında 300 m²  lik arsalar oluştursak ortalama 200 m² lik arsalarla da benzer sonuçlara ulaşabiliriz.

Şimdi bu “özgün ve özgür” öneriler karşısında, “herkesi İstanbul'a nasıl sığdıracaksın?” sorusunun ne kadar yanlış bir soru olduğunu anlatmak bile ayrı bir yazı konusu olacaktır. Dolayısıyla konunun arsa yetersizliği olmadığını daha ne kadar anlatabiliriz bilmiyorum

Ayrıca bir konutun satış fiyatını etkileyen en önemli maliyetin arsa payı olduğunu düşündüğümüzde ne kadar büyük bir hata yaptığımızı anlarız. Tıpkı Hz. Ömer'in cahiliye dönemine yaptığı atıfla, “önce helvadan put yapardık, sonra da acıkınca onu yerdik” misali kendi ellerimizle oluşturduğumuz “rant putunu” öyle sevimsiz hale getirdik ki biz onu yiyemiyoruz. O bizim her şeyimizi yiyip bitirmek üzere. Gelenek, ahlak, maneviyat, sağlık, huzur, mahremiyet ve daha niceleri…

Gelelim ikinci konuya; Evlerimiz beton olmak zorunda değil.

Her şey Auguste Perret denilen, müteahhit bir babanın oğlu olan Fransız bir mimarın başının altından çıktı. Auguste Perret, daha önceleri şehir mobilyalarında ve benzeri ufak şeylerde kullanılan portland çimentosundan yapılan betonu, ilk defa 1903 yılında Paris'te Franklin Caddesi'ndeki 25 No'lu apartmanın yapımında kullandı.

Dolayısıyla tarih boyunca tüm erkeklerin sakallı ve erkekler ile kadınların başlarında örtü olması geleneğini terk ettiğimiz gibi tüm insanların yerel malzeme, teknik ve imkânlarıyla kolayca kendi meskenlerini inşa edebildiği geleneğini de bu sürecin sonunda terk etmiş olduk.

Çünkü beton çok ağır bir malzeme ve teknoloji gerektiriyor. İşin içine teknoloji girince de finansal, hukuksal, yönetmeliksel, ticari ve benzeri bir sürü zorluk ve zorunluluk ortaya çıkıyor. Zorunluluk ise “terördür, zulümdür.

Hele betonarme ile yüksek katlı bina yapabilme imkânı ortaya çıkmasından itibaren de işler içinden çıkılmaz bir hâl aldı. Tüm süreç; banka, müteahhit, kâr, satış, dönüşüm ve benzeri kavramlar üzerine oturtuldu ve geçmişten gelen özgünlüğümüz heba oldu.

Özgün, geleneksel ev yapma tekniğimizin ve örneklerimizin, ülkemizin her yerinde tüm olumsuz etkilere rağmen ayakta kalma ve örneklik olabilme ihtimalini korumak için yaşam mücadelesi verdiği şu günlerde açık ve net soru şudur:

Mardin, Safranbolu, Kütahya, Beypazarı, Amasya, Diyarbakır Evleri, sadece birer folklorik, dekoratif müze, tiyatral ve fotoğrafik arka fon mudur? Yoksa gerçekten bizim geleceğimizi yeniden inşa etmeye çalıştığımız bu zor günlerde “özgün ve özgür”  örnekler midir?

Yapılan araştırmalarda halkımızın kahir ekseriyetinin bahçeli, müstakil ev istediği, dünyanın gelişmiş ülkelerinin çoğunun geleneksel ve bahçeli evlerde yaşadığı, ilk betonarme apartmanı yapan Fransızların bile apartman yapmayı bıraktığı, Sayın Başbakanımız Binali Yıldırım'ın bile apartmanlardaki yaşamdan şikâyet ettiği bir süreçte günümüzde; bankalar, müteahhitler, belediyeler, bakanlıklar ve benzeri bilumum şahıs ve kurum ile hep birlikte popülizmin zirvesini yakaladığımız bu süreçte:

Müstakil ev mi, apartman dairesi mi?

Ahşap mı, beton mu?

Kolay mı, zor mu?

Teknik mi, teknolojik mi?

Faizsiz mi, faizli mi?

Hangisi ÖZGÜN ve ÖZGÜR?

Cevap çok net.

Bu ülke toprakları herkesin en güzel şartlarda yaşayabileceği kadar geniştir.

Bu ülkenin geleneği en güzel evleri yapma bilgisine sahiptir.

Bu ülkenin insanı kendi evini yapacak yeteneğe ve tekniğe sahiptir.

Evlerimizi yapmak için faizli banka sistemine ihtiyacımız yoktur.