05 Temmuz 2017

Evrensellik

Adalet'i “Herkes yasa önünde eşittir” ifadesinden hareketle ele alıyorsak toplumun bir süre sonra bu eşitliği yeterince kullanamadığı şikâyetini dile getirmeye başlayacağını şimdiden beklemeliyiz. Böyle bir eşitlik fikrinin ne iktisadî, ne içtimaî karşılığı görülemeyecektir. Aristo eşitlik meselesinin çıkmazının farkındaydı. O'nun tespitine göre, bütün yurttaşların mülkiyetinin eşitleştirilmesini ilk öneren Khalkedonlu (Kadıköylü) Phaleas'tı. Aristo, bu tür düşünenlerin mülkiyetin azamî tutarını saptarken çocuk sayısını da saptamaları gerektiğini söylemiştir. Çünkü “Çocukların sayısı mülkiyet payına göre çok fazla olursa, yasayı öylece sürdürme olanağı bulunmayacaktır. Yok, ille de sürdürürseniz, zengin olan birçokları yoksullaşacaktır.” (Aristo, Politika, 2012: 45). Aristo, servet eşitliğinin her ailedeki çocuk sayısına bağlı olarak toplumsal dengeyi bozacağını böyle göstermiştir. Sanırım bundan olsa gerek Osmanlı'da tımar arazisinin çocuklara bölünmemesi sistemi esastır. Kendisine tımar verilen bir aile, bir çift öküzle işleyip elde ettiği mahsulle geçiniyor, ertesi yılın tohumunu tedarik ediyor ve üstüne de Sipahi'ye öşür veriyordu. Tımar toprağının büyümesine veya küçülmesine izin verilmiyordu. Bu toprakların her aile için eşit büyüklükte olduğunu düşünmek yanlış olur. Kısacası Osmanlı “mülkiyet eşitliği”nden yana değildi.

Aristo, “Mülkiyetten çok insanların isteklerini (iştahalarını) eşitlemek gerekir” fikrini de tartışır. “Bunu sağlamak da ancak yasalara uygun yeterli bir eğitimle sağlanabilir” der. Fakat bu türden bir eşitliği sağlayan eğitimi vermenin de güçlüğünün farkındadır. Eğitimde, ‘yalnız bir ve aynı olmalı' demek faydasızdır. Eşit eğitimin kendilerine servet ya da ün yahut her ikisini birden sağlayacak çeşitten olması gerekir. Aristo'nun bu kez tartıştığı konu servet eşitsizliği değil, “ayrıcalık eşitsizliği”dir (Aristo, Politika, 2012: 46).  Bourdieu'nun eğitimle ilgili yazdıkları, bu eşitsizliği anlamlandırmada yardımcı olmaktadır: “Bazıları için seçkinlerin kültürüne nüfuz etmek bir fetihtir; uğruna yüksek bedel ödenmiş bir fetih. Diğerleri için ise bir mirastır; hem kolaylığı ve hem kolaylığın cazibesini içeren bir miras.” (Pierre Bourdieu, Varisler – Öğrenciler ve Kültür, Heretik Yayınları, 2014: 48-49). Eşitsizlik faktörlerinin tesiri o kadardır ki, üniversite, sosyal imtiyazı yeteneğe veya şahsî liyakate dönüştürerek, eşitsizlikleri takdis etmeyi kesmeksizin, ekonomik imkânların eşitlendiğini iddia edebilir. Şartların biçimsel eşitliğini böylece sağlayan okul, imtiyazların meşrulaştırılmasının hizmetinde olduğu halde, kendine meşruiyet görünümü verebilir (Bourdieu, 2014: 51).

Aristo eşitliğin sağlanamayacağını çünkü halkın servet eşitsizliğini görünce kızacağını, yukarı sınıfların da şereflerin eşit paylaştırılmasına katlanamayacağını ifade ederken bir cümle kullanır: “İyi ile kötü eşit saygı görür mü?” (Aristo, Politika, 2012: 46). 

 “Adalet” hakkında düşünmeye başlayan birinin gözden kaçıramayacağı diğer konu “ahlâk eşitliği”ne ilişkindir. Ahlâkî anlamda eşitliği gözetmeyen toplulukların “adalet ideali”ni gerçekleştirmeleri söz konusu olmayacaktır. “Bütün insanlar doğuştan eşit hak ve özgürlüklere sahiptir” fikrinin ‘iyiler' ve ‘kötüler' toplumunda “Adalet”e yol açmayabileceğine işaret ediyorum. O halde “Adalet” isteminin neye tekabül ettiğini yeniden düşünmek zorunda olduğumuz ortaya çıkmaktadır.

Sıkılıkla gündeme gelen Nahl 90 ayeti sadece “İnnallâhe ye'muru bil adli” beyanından ibaret değildir. Ayette üç emir, üç nehiyle bağlanmıştır. 1) Adalet & Fahşa; 2) İhsan & Münker; 3) Kurbaya yardım (îtâi zîl kurbâ) & Bağy. Buradan hareketle “Adalet”in tek başına ele alınamayacağı, ondaki bozulmanın diğer beş kavramla gelen emir/nehiy dengesini bozacağı düşünülebilir. Adalet, “her şeyi yerli yerine koymak” demek ise akrabalığı geliştiren bir fıkıha yaslanmalıdır. Adalet, fazıl toplum'a varmayan bitmek bilmez hak mücadeleleri arayışına dönüşmemelidir.   

Modern teori, Hukuk Devleti'ni “Devletin faaliyetlerinin hukuk kaidelerine göre yerine getirilmesi” şeklinde tanımlar. Devlet, yönetenin faaliyetini ne kadar hukuka bağlarsa halk, o derece takdirî/keyfî uygulamalardan korunacaktır. Ancak halkın yönetimi hukuka bağlansa bile, son tahlilde çoğunluk iktidarı oluşacaktır. Bu anlamda çoğunlukla belirlenmiş hukuka bağlılığın “adalet”i sağlamama ihtimali vardır.

“Adalet” meselesini düşünmeye başladığımızda elimizde üç kavramımız var: 1) Yasal olan, 2) Hukukî olan, 3) Adil olan. Türkiye'de tartışmalar “yasal olan” ile ilgilidir. Hukukî yasa'ları ise “evrensel topluluğun” hukuk metinlerinden alıyoruz. “Adalet”in ne'liğini ise daha hiç konuşamadık.

Douzinas, Yeni Zamanlar (YZ) diye adlandırdığı çağa girmemizle günümüz dünyasının üç özelliğine işaret ediyor: 1) Kitle demokrasisinin küresel ihracı; 2) Soğuk Savaş sonrasında milli egemenliklerin tedricen zayıflaması ve yerini Büyük Güçlerin kontrolündeki uluslararası örgütlere bırakması; 3) Her yere yayılmış, netameli ve birbirine dolanan malî, askerî, teknolojik ağların varlığı. “Boş bir gösteren olarak kaldırımda yürümekten sigara içmeye ve Irak'ın özgürleştirilmesine varana kadar her şeye bağlanan hukuk, sona ermeyen geçerlilik döngüsünde kendi kendisini şairane biçimde yeniden üretir fakat bir anlam veya ifadeden yoksundur” (Costas Douzinas, Hukuk Adalet ve İnsan Hakları, Notabene Yayınları, 2016: 123).

Yasal olanı, halkın (yerel'in) ortak aklının yönetme/yönetilme kuralları olarak anlayabiliriz. Oysa modernitede yerel anlam ve değer birlikteliklerinin yok edilmesiyle birlikte evrensellik, normatif genelliğin gerçek anlamı haline gelmiştir. Douzinas'ın söylediklerini (Douzinas, 2016: 144) değiştirerek söyleyelim: Rasyonel insanların hepsinin eylemlerinin kabul ve arzu edilebilecek ilkelere dayalı olarak ortaya çıktığını varsaymak; ben'in arzu ve eylemlerinin ötekilerle uyumlu ve tutarlı olmasını kabul etmeyi zorlamaktadır. Bu varsayım, ahlâkî normları ‘iyi' fikrinden çıkarmayı epistemolojik bir emperyalizme dönüştürürken; ahlâkîliği de bir ontolojik emperyalizme dönüştürür. Adalet açmazının, yani akıl, özgürlük ve yasanın sentezlenebilmesinin çözümü modern öznenin doğuşundan geçmektedir. Fakat bu otonom özne için ahlâkî olan, münhasıran hukuka itaattir. Ahlâkî yasa, işleyişi için evrensel topluluk ufkuna başvurmuşsa da böyle bir topluluk yoktur, ona yapılacak göndermeler muhatap olunan gücün hukukunu rasyonelleştirme ve meşrulaştırma işlevi görür. Hukuk, zorunlu olarak evrensellik, soyut eşitlik formuna bağlıdır. Fakat bu, arızî olanı bir yorumun modeline dönüştüren şiddetle varlık kazanır.