20 Ekim 2018

Ey insan! Niçin yaratıldın, biliyor musun?

Hiç şüphe yok ki herkesin, hararetle cevabını aradığı soruların en önemlilerinden biri de; insanın niçin yaratıldığı ve nereden gelip, nereye gittiği sorusudur. Aslında hayatı; yemek, içmek, uyumak, eğlenmek ve zevk û safa sürmekten ibaret kabul etmeyen her insanın, bu sorunun cevabını ciddi bir şekilde araması ve de bulması gerekir. Bunu yapamayan insan; dünya ve âhiretini harap etmeye mahkumdur.

Peki o zaman, bu önemli sorunun doğru cevabını kimden öğrenebiliriz? Elbette diğer bütün konularda olduğu gibi bu mevzuda da hüküm Allahü Teâlânındır. Çünkü bütün kâinatı ve küçük kâinat sayılan insanı yaratan yani yoktan var eden O'dur. Yüce Yaradan'ımıza kulak verelim; Kur'ân-ı keriminde mealen şöyle buyuruyor: “Ben, cinleri ve insanları, ancak Bana ibadet etsinler, diye yarattım!..” (Zâriyat 56)

Evet insanların yaradılış gayesi; Allahü Teâlâyı tanımak, O'na ibadet etmek ve O'nun dilediği tarzda yaşamaktır. Bu, önemli gerçeği anlatan başka âyet-i kerimeler de vardır, birkaçı mealen şöyledir:

“Hüküm yalnız Allah'ındır. O, size, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir.” (Yusuf 40)

“Ey insanlar! Hem sizi hem de sizden önceki insanları yaratan Rabbinize ibadet edin!” (Bakara 21)

“O'ndan başka ilah yoktur. Herşeyi yaratan O'dur. O halde yalnız O'na ibadet edin!” (En'am 102)

“Her kim, Rabbine kavuşmayı dilerse, sâlih bir amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın!” (Kehf 110)

“Allah'a ibâdet edin ve hiçbir şeyi Allah'a ortak koşmayın!” (Nisa 36)

Ayrıca her gün kıldığımız namazlarda, defalarca “Ancak Sana ibâdet eder ve ancak Senden yardım dileriz,” âyet-i kerimesini okuyoruz. (Fâtiha 5) Yine bir hadîs-i kudsîde: “Ben, gizli bir hazine idim. Tanınmak için muhlükatı yarattım,” buyuruluyor. (Keşf'ul-hafa 2/132)

Buna göre, asıl vazifemiz, Yüce Yaradanımız Allahü Teâlâya  ibâdet ve kulluk etmektir. Diğer işler, ibâdetten sonra gelir. Dünya işleri; ibadetlerimizi rahat bir şekilde yerine getirmeye yardımcı olmakla, en azından ibadetlerimizi engellememekle bir mânâ ifade edebilir. İbadetler, bütün işler yapıldıktan sonraya bırakılmaz, bilakis evvela ibadetler yapılır. Çünkü yukarıdaki âyet-i kerimelere göre Allahü Teâlâ, bizi ibadet etmek için yaratmıştır ve asıl görevimiz ibadet etmektir.

Bunun için müslüman, hayatını, ibadetlerine göre programlar; zamanını ibadetlerine göre düzenler. Mesela müslüman; yatsı namazından sonra, hemen uyumaya çalışır. Ta ki, -niyeti varsa- gece kalkıp teheccüd namazı kılabilsin. Gece kalkıp namaz kılmanın ne muazzam manevî bir zevk olduğunu, teheccüd namazı kılanlar bilir. Yine müslüman, erken yatar ki, duaların kabul olduğu zamalardan biri olan kıymetli seher vaktinde uyanık olabilsin. En önemlisi de erken yatark ki, sabah namazına rahat ve dinç bir şekilde kalkabilsin. İşte bütün bunlar için, müslüman çok mühim bir işi yoksa, yatsı namazından sonra, hemen uyur.

Bunu yapan kimse, büyük manevî kazancın yanında; tam uykusunu aldığı için, vücut ve ruh sağlığına kavuşur. Sabah erkenden kalktığından, acele etmeden, rahat bir şekilde kahvaltısını yapar. Sabah kahvaltısının, insan sağlığı için son derece önemli olduğunu tıp otoriteleri söylüyor. Bunlar, ibadet etmenin ve hayatı ibadete göre tanzim etmenin, binlerce faydalarından sadece bir örnektir.

Fakat müslüman; hiçbir zaman ibadetleri, dünyevî faydalar ve kazançlar için yapmaz. Çünkü ibadetin sahih yani geçerli olması, dünya ve âhiret saadetini te'min etmesi, ihlasa, yani sadece Allahü  Teâlânın rızası için yapılmış olmasına bağlıdır. Çünkü âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor: “Hâlbuki onlara; -şirkten uzak olarak- ihlaslı bir şekilde yalnız Allah'a ibadet etmeleri, namazı hakkıyla kılmaları, zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte sağlam, dosdoğru din budur!” (Beyyine 5) Bu âyet-i kerime; ibadetleri ihlasla, yani sırf Alahü Teâlânın rızasını kazanmak için yapmamızı emrediyor.

İbadetler, Allahü Teâlâya itaatin biçimsel göstergeleridir. Yalın ve teorik bir inanç yeterli olmayıp bu inancın pratik olarak eylemle yana itaat ve ibadetle gösterilmesi ve sergilenmesi gerekir. Öz ve genel yapı itibariyle kaynağı vahiy olduğu için ibadet, Allahü Teâlâya itaat çerçevesinde yapılır. Bu bakımdan Allahü Teâlâ, bizim ibadet olarak ne yapmamız gerektiğini belirlemiş ve kendisine bu şekilde ibadet etmemizi emretmiştir. İbadetler, Allahü Teâlânın emri oldukları için, aslında onların gücü ve gizemi bu dünyanın ötelerine uzanır ve her biri, Allahü Teâlâ ile bağlantının değişik biçim ve boyutlarda gerçekleştirilmesine hizmet eder.

 Allahü Teâlânın emrettiği ahlak kuralları da, inanç ve ibadet yoluyla tesis edilmiş bulunan insan-Yaradan ilişkisinin, dünyevî planda her türlü tutum ve davranışa yansımasıdır. İnsanın başkalarına iyi davranması, onlarla iyi geçinmesi, kötülük etmemesi, ahlakî ve etik birer olgu olması yanında, Allahü Teâlânın hoşnutluğunu kazandıran davranışlardır.

Binaenaleyh iman, dinin; Allahü Teâlâyı tanıma ve bilme boyutunu; ibadetler, O'na itaat etme boyutunu; ahlak da O'nu sevme boyutunu teşkil eder. Buna göre mahiyet olarak; iman, akıl ve bilgi; ibadet, inanç ve kanaat; ahlak ise, gönül ve duygu kaynaklıdır.

İbâdet; kişinin disiplinli bir hayata alışmasını da kolaylaştırır ve iç çatışmalardan kurtararak faydalı bir iş yapabilme gücünü kazandırır. Aynı zamanda toplu olarak yani cemaatle yapılan ibadetler, ferdin; sosyal uyumuna da yardımcı olur. Böylece kişi mutlu bir şekilde hayatını sürdürürken, toplum da anarşiden uzak; ilim-teknik ve sosyal gelişmeye elverişli bir ortama kavuşur.

Allahü Teâlânın rızasını kazanmak için yaptığımız ibadetler sâyesinde; içimizdeki psikolojik patlamalara zemin oluşturan suçluluk kompleksinden kurtulma imkânını da buluruz. Nice somatik, bedenî hastalıklar vardır ki, onların kaynağı psikolojiktir. Tıpta bu tip; psikolojik kökenli olan fiziksel hastalıklara; “psiko-somatik hastalıklar”, denir. Konunun önemi sebebiyle, böyle bir bilim dalı teşekkül etmiştir. Mesela üzüntü ve keder sebebiyle birtakım kimseler; şeker, ülser vs. gibi hastalıklara yakalanmaktadırlar. Halbuki insanın; duâ ve ibâdetle; üzüntülerin yıpratıcı te'sirlerine karşı bir direnç, bir irade gücü, manevî bir rahatlık ve teselli bulması mümkündür. Pek çok psikolojik hastalığın sebebi, ruhî ihtiyaçların ihmal edilmiş olmasıyla ilgili olduğu, konunun uzmanları tarafından dile getirilmektedir.

İbâdet etmenin ne büyük bir kazanç, ne muazzam bir ticaret ve ne güzel bir saadet olduğunu anlamak için şu mini hikâyeye kulak verelim: İki adam yola çıkar. Belli bir mesafeden sonra, yol ikiye ayrılır. Orada rastladıkları bir kişi, onlara şöyle der: Bu iki yol, uzunluk bakımından aynıdır. Sağa giden yol, biraz sıkıntılı ve meşakkatli olmakla beraber, tehlikesizdir, oradan gidenler sâlimen menzillerine varırlar ve çok kârlı çıkarlar. Sola giden yol ise, görünüşte biraz daha kolay ve eğlenceli olmakla beraber, çok tehlikelidir ve oradan gidenler, genellikle pişman olur ve zararlı çıkarlar. Yolculardan biri sağa, diğeri de sola yönelir.

Sağdakini tercih eden adam, tehlikesiz yola girdiği için, hiçbir şeyden korkmadan huzurlu bir şekilde -biraz yorgun da olsa- yolunu bitirip menziline varır, çok güzel bir şekilde ödüllendirilir ve ebediyyen rahat eder. Sola giden zavallı ise, tercih ettiği o sıkıntısız ve eğlenceli görünen yolu, büyük korkular içinde bitirir ve o da varacağı yere varır. Fakat geldiği yerde, kaçak-mahkum muamelesi görür ve kısa bir zamanda müebbet hapse mahkûm edilir. Böylece ebedi olarak bedbaht ve mutsuz olur.

Bu hikâyecikteki yol, hayat yoludur. Sağa giden insan, Allahü Teâlâya teslim olmuş; biraz meşakkatli, biraz zor da olsa İlahî emirleri yerine getirmiş, haramlardan kaçmıştır. Diğeri ise, Allahü Teâlâya -maazallah- itaat etmemiş; emirlerine uymamış, yasaklarından kaçmamış ve isyan etmiştir. Buradaki meşakkat; namaz, oruç, hac, zekât, sadaka, emr-i maruf gibi ibâdetlerdir. Ayrıca içki, kumar, zina, rüşvet ve insanları aldatma gibi günahlara bulaşmama konusunda verilen manevî mücadeledir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Cehennem, şehvetlerle;  cennet de zorluklarla perdelenmiş (çevrilmiş)tir.” (Buhârî 6487)

Evet sağdan giden yol, islamiyet yoludur ki, sonu ebedî cennettir. Sola giden yol ise; küfür, isyan, günah ve sapıklık yoludur ki, sonu ebedî bedbahtlık olan cehennemdir. Elbette ki, akıllı insan; nefsine, şeytana ve kötü çevreye aldanmaz. Biraz zor da olsa cennete ve ebedî saadete giden sağdaki sıkıntılı gibi görünen yolu tercih eder. Sırf ibadet sıkıntısından kurtulmak ve geçici birkaç eğlenceden mahrum olmamak için, sonu cehennem ve ebedî hüsran olan soldaki yolu tercih etmez.

Birçok insan da kendini kandırır; “şimdi gencim, yaşlanınca ibadet ederim, sonra yaparım,” der. Bunların ki de, tam mânâsıyla safdilliktir. Çünkü insanın ne zaman öleceği bilinmez. Dünyaya kendi irademizle gelmediğimiz gibi, dünyayı ne zaman terkedeceğimiz de mechuldür. Kaldı ki, ibadet belli bir döneme mahsus da değildir. Dinimize göre; aklı yerinde olan her müslüman, ergenlik çağına girdikten sonra, ölünceye kadar Yüce Yaradan'ına ibadet etmek ve yasakladıklarından kaçmakla mükelleftir. Yüce Rabbimiz; Kur'ân-ı kerîminde şöyle buyuruyor: “Sana ölüm gelip çatıncaya kadar Rabbine ibâdet et!” (Hicr 99)