Filistin, Anadoludur!
Yurdundan yuvandan ayrı düşeli on altı takvim eskitmiştin. Bir sabah Bihaç’a snaypır kalleşliği dokununca için geçti birden, burkuldu yüreğin.
Durmam, duramam buralarda!
Emperyal Kıta’da haçlı artığı, fetihten kalan dostluğa
kurşun sıkmış. Tito’nun gözdeleri, şimdi her biri bir katedralde, Vatikanlı
Paul emriyle coğrafyama göz dikmiş, anı gözlüyorlar.
Kim bilir Drina, kaç şüheda kanıyla beslenecek, adına
Şehitsu denecek bundan böyle.
Mostar Köprüsü, fethin hoşgörüsünü çoktan unutmuş
Hırvat sırtlanı, sırt dönmüş kapı bir komşusuna.
“Yok yok, bu acı
yetişir. Bu şehirden gidiyorum” demiştin de, vurmuştun dağlara taşlara
Aliya yüreği, Travnik’te sımsıkı sarmış bedenini Sladziç,
Haris duruşuyla selamlamıştı çelikten iradeni. Goradze’de pusu atmış,
Srebrenitsa’da, Ramallah hatırası sapanların piyade tüfeğine bırakmıştı
nöbetini.
"Nerde bir acı varsa arar bulur"du seni. İkilemez,
bedenin "Bir Dava İçin Kanatlanacak Ebabil" oluverirdi. Bir mayıs
şafağında Tuzla’dan Zenika’ya, nihayet Banja Luka’ya durmak bilmeden elli bin
metre yürümüş, nefessiz kalmıştın.
Çetnik’in, başına binler dolar koyduğu zulmün
"başbelası" idin. Neretva’da köprü ayağına bağladığın bobin, sana
rahmet, onlara azaptı. Ülke, adınla çalkalanıyor, "Uzaklardan Gelen Aslan
Parçası" ününe ün katıyordu.
Cephede kazanmıştın, Masada kaybedersek buna kalp mi
dayanır? demiş, "ilk atılan saftaki yüz atlı"yla helalleşmiş
bir teheccüd vakti
Adriyatik’ten bindiğin
gemi, suları yara yara Akdeniz’de ilerlerken, sen de ardına bakıp:
Güzel belde! Ahını yerde komadım. Gardaşlık hakkı için
düştüm buralara. Şimdi babalar çocuklarına, "Bir garip Ukbe vardı, dedesi
Nafi gibi denizaşırı sevgiyi düşürdü içimize.
Gün olur da bir nasipsiz, şoven hıncı aşılarsa körpe
dimağlara, "Biz ötelerden gelen adamı biliriz, Saff Dört"ü özümsemiş
yiğidi!" deyin de Nazi artığını ardına bakmadan yollayın
eşiğinizden." desinler.
Cebelitarık’tan geçerken tayfalar, Moro’da Manila - Madrid
çetesinin soykırımından yakınıyor, Mindanao yalnız, bir başına! diyordu, biri ötekine.
Gazze’de bıraktığında iki yaşındaki İyad geldi gözünün
önüne. Altısına basmış olmalıydı. Kucağında şühedaya karışan Zeytunlu Abid’in
getirdiği son resmine bakıp, kokladın oğlunu:
Belki sana, annene dayalı döşeli evler, sürülmüş tarlalar,
sararmış ekinler, turfanda yemişler
bırakamadım, ama benliğinden geçip kendini bulan şehadete susamış bir anı kaldı, posta eriyle yolladığım.
Bu şehirden gidiyorum! demiştin de, meğer yolun
Pasifik"ten geçecekmiş. Çaglayan’da Haşimi’nin erleri seni karşılamış,
gönül diliyle Ehlen ve Sehlen kardeşler olmuştunuz.
Zamboanga’da bir duruluk vakti, gözleri ışıl ışıl Talha
dede, Soylarınız on asır evvel, buraları kansız fethettiler de insanlığımızı
hatırladık. Emin tüccarlardı onlar. Yoksa, şu gördüğün minareden nakus sesleri
yükselecekti.
Derdin derdimdir!
Kutlu Önder: "Bizim derdimizle dertlenmeyen bizden
değildir!" emretti de evrensel bir rüyayı gerçek kıldı akınlarımız.
Talha dedenin cebinden çıkardığı Filistin kolyesi, sanki
zaman / mekan perdesini kaldırmış, Beyt Layha"dan bir meltem esintisi
dolmuştu Mindanao sokaklarına.
Balta girmemiş ormanlarda başlayan yolculuğun, Telavivli
subayın yönettiği sürünün gökten sağnak sağnak ölüm yağdırmasıyla bölünüyor vatansız kalan bir halka, "halka" olabildiğin için
mesut ve bahtiyar hissediyordun kendini.
Balık Ülkesi’nde aç kalmak lügatlerde yazmıyor
Rızkın
Sahibi, Okyanus’u direnişin
emrine veriyordu. Kulak kabartmış,
sezgilerine dikkat kesilmiştin. Tuzağı fark etmiş, bir anda ayağa fırlayıp, Operasyon bitene dek
komuta bende! demiştin.
Medeniyet’İn demir atlarıyla donanmış(!) Endülüs
jenositçilerini bir dalmayla dizgine getirmiş, gayene vakıf olmuştun.
Bundan böyle komutanımız sensin! haykırışlarıyla, gönlüne bir garip gurur aşılanmış
Şöhret beni bozar! deyip Penşir Kaplanı’nın ülkesine doğru,
arkanda tarihe şahitlik eden binler bırakarak uzaklaşmış, gözden kaybolmuştun.
Serveti Ayağıyla Tepen Adam’ın yurdunda dalgalı sakalı,
uzunca boylu Ahmet Şah’La bir Herat akşamında kucaklaşmış, Kudüs Caddesi’nden
geçerken halkının ilgisi gözünden kaçmamıştı. Dudayev Cevher’i vuran akıbet onu
da bulmuş, telsiz sinyallerin ulaştığı Mesut adam, Azzam’ına kavuşmuştu.
Milyon yürek, Kandehar’dan Kunduz’a, Celalabat’tan Pencap’a,
Gazne’den Hayber’e Büyük Meydan’a akmış, bir Kevser yolcusunu, Şehitler ölmez! ile uğurlamıştı.
Şehadetin ülkenin tapusu artık! Adın yaşadıkça bir, iri,
diri kalacak bu topraklar. Brejnevlerin, Gorbaçovların, Yeltsinlerin adı mı
kaldı? Ebter oldu hepsi. Ama sen, bir Kurtuluş Savaşı"nı "kaya
bedenlerle" verdin. Sana kavuşmaya az kaldı. dedin ardı sıra.
Saat bile geçmemişti, kanını yerde komadın. Brüksel
tuzağını, binleri Leheb’in yurduna yollayarak bozdun. Bir okul olmuştu buralar.
Sevgiye baş koymanın, hayırda yarışmanın, dostlukta kaynaşmanın
Yıkıntılar arasındaki şehre girdin. Yirmi üç şafak harabeye
uyanan direnişin muştusuna selam verdin. Cümle melekler aldı selamını. Zeytun’a
yürürken anıların canlandı birden.
Şu ağaçtan sapan yapmış, şu taşı keserle kırıp meşine denk
düşürmüş, Siyon kinini kudurtmuştun, kaç kez.
İşte sokağın, evin, yuvan
Duvarlarda bir Kutlu Muharebe’den arta kalan kurşun izleri,
kırık cama bastırılmış minder
İşte o an:
Sırt çantasıyla İyad, kanatlı kapıdan çıktı. Saklandın önce,
anlaşılmaz bir refleksle. Sonra koştun, sarıldın sarıldın tarifsiz bir özlemle.
Ben, baban!
Donakalmıştı İyad. Gururla karışık iki damla göz yaşı
bıraktı oracıkta.
Demek babamsın, cepheden gönderdiğin mektuplarını okudum;
anneme, arkadaşlarıma
Her gün
okula götürüyorum.
Bana, "Yiğidin oğlu, ne mutlu sana! Gün olur da dayanır
mı kapınıza, ben geldim diye! İşte o zaman seni görmeliyiz, huzur katacak
odanıza!" diyorlar.
Anne, bak babam!
Şükür Yaradan’a! Kavuşmak bu güneymiş!
Artık ayrılmayacağız, hep taze tutacağız umudumuzu. Gördüm
ki Kanla Yoğrulmuş Şehir viraneye dönmüş.
Önce bir iş tutayım, sonra bir kardeş aile bulalım
kendimize. "Bir tebessüm bile sadakadır." buyurdu İki Cihan Serveri.
Sokağımıza arklar getirelim, bahçemize hurma ağacı Ne
dersiniz?
Sen varsın ya, olur her bir muradımız! Evimiz Gazze, Yolumuz
Kudüs! Yürüyelim daima!