Fuat Köprülü, Annales, İbn Haldun ve Tarihçiliğimiz 2
Büyük düşünceler ancak büyük sistemlerin gölgesinde doğar veya büyük düşünmek var oluşu büyük sistemlerle ifade etmeye bağlıdır. Prof. Dr. Fuat Köprülü bu yolda önümüzde ciddi bir yol gösterici olarak durmaktadır. Köprülü’nün teorik planda Annales çerçevesinde ifadesini bulan terminolojisinin kendine özgülüğünü anlamak için en iyi yol uygulama alanı olan çalışmalarına bakmaktır. Şüphesiz onun İbn Haldun ve Annales arasındaki çizgisinde nasıl bir büyük zihin ve müdrik akıl olduğunu görmek noktasında bu usul bize yardımcı olacaktır. Bu noktada ele alınabilecek en münasip eserlerden birisi “Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri” başlıklı olanıdır. Bu çalışmada Köprülü bir monografi sunma ötesinde bir tenkit ve cevap yöntemi ortaya koyar. Burada onun öncelikle konuyu takdimde uyguladığı usul gerçekten dikkate şayandır. Ama ne yazık ki Köprülü şimdiye kadar içi açılmamış bir şöhret kutusu olarak kaldığından metodolojik olarak tarihçiliğimize yapacağı katkı hep yaldızlı bir şöhretin ve cilalı birkaç sözün ötesine geçemeyen muhtevada ve satıhta kalmıştır. Kadim bir akılla moderne nasıl cevap verileceği veya asrın idrakine geleneğin nasıl anlatılacağı ve yeni terkipler ile zamanda nasıl var olunacağı konusunda çok veciz bir örnekle karşı karşıya bulunduğumuz hemen ifade edilmelidir. Bir cevap vermenin ötesinde ve daha önemlisi tarih alanında metodolojik düşünmeyi öğrenmek noktasında gerçek bir yol işareti mesabesindeki bu sistematik gerçekten incelenmeğe değerdir. Prof. Dr. Osman Turan’ın Köprülü’nün tenkitte geldiği noktayı ortaya koyan şu görüşleri bu bahsin daha da vuzuh kazanması bakımından son derece önemli olacaktır: “Fuad Köprülü'nün ilmî tenkitleri çok kudretli olduğu nispette de sert idi. Efrâdını cami ve ağyârını mani vasıfta bu tenkitlere uğrayan, yerli-yabancı, âlimler onun zekâsı, ilmî görüş ve metotları (silahları) karşısında ciddi bir mukabelede bulunamaz ve aciz kalırlardı. Zaten onun en kuvvetli tarafı da ilmî tenkidleri değil mi idi? Bu sayededir ki, F. Köprülü millî tarih hakkında Avrupa'da ve Türkiye'de ileri sürülmüş ve hatta asırlarca yerleşmiş pek çok yanlış tez ve görüşleri yıkmıştır. Bu suretle O, Türk tarihi sahasında yeni ufuklar açmış, yeni meseleler vaz' ve halletmiştir.(Osman Turan, “Türk İlmi’nin Abidesi: Prof. Fuad Köprülü”, Makaleler, (Haz. Altan Çetin-Bilal Koç), Ankara, 2010, s.702.)“
Fuat Köprülü Osmanlı Müesseselerinin
Bizans’tan alındığına dair tarihçilerini fikirlerini ele alırken öncelikle
bunların esas ve usul yönünden bir tenkidini yapmaktadır. Burada şu soruyu
sorar: “O halde bütün bu derin meçhullere
rağmen, Bizans müesseselerinin İstanbul fethinden sonra Osmanlılar tarafından
alınmış olduğunu iddia edenlerin dayanakları nedir? Ve acaba ne gibi muhakeme
ve istidlallerle neticeye varıyorlar(Fuat
Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı
Müesseselerine Tesiri, Ankara, 2004, s.37)”. Burada görüldüğü
üzere Köprülü’nün, İbn Haldun’un haberlere yalan karışmasının sebeplerini
irdelediği o tenkitçi bakış açısıyla konuya yaklaştığını görüyoruz. Bu şahıslar
neye dayanıyorlar ve neyle düşünüyorlar? Cevapsa İbn Haldun’un tenkitleri ile
mutabık düşmektedir. “Bu iki sualin
cevabını vermek güç değildir. Önce, XIV. Yüzyıl Osmanlı Tarihinin henüz pek
meçhul olması ve işte bu derin meçhullük sebebiyle bu hususta geniş tarihçi
muhitinde ananenin sürükleyip getirdiği
birçok yanlış fikirlerin hüküm sürmekte bulunması, onları serbest
istidlallere sevk ediyor. Diğer taraftan, Türk tarihine ait diğer birçok
meselelerde olduğu gibi, bu meselede de Avrupa tarihçilerini yanlış neticelere
götüren en büyük amil, onların Türkler hakkında besledikleri yanlış fikir (préjugé)’lerdir… Müspet
vakıaların tahlil ve inşasından değil, yukarıda zikrettiğimiz “mütekaddim fikirler”: (les idées
préconçues)den ve mücerret mantıktan
doğan bu istidlallerin tarzını da kolayca tayin edebiliriz(Köprülü, Bizans
Müesseselerinin, s. 38, 39)” “Fakat bütün bu
gibi tetkiklerde, bilhassa bahis mevzumuz olan “müesseselerin iktibas ve
taklidi” gibi ince ve pek muğlak meselelerde, tarihi usulün bütün icaplarına
–eldeki vesikaların verdiği imkan nispetinde- uymak zaruridir. Yoksa
Rambaud”nun ve takipçilerinin yaptığı gibi dış görünüşteki birkaç benzerliğe
dayanarak onların tarihi vakıalara ne derece uyabileceğini hiç düşünmeden umumi
hükümler çıkarmak, asla ilmi bir hareket sayılamaz. Sosyal müesseselerin bir
kavimden diğerine, bir medeniyet dairesinden diğer bir medeniyet dairesine
nasıl geçtiğini, sosyal bir müessesenin bir kavim için ifade ettiği manayı
diğer bir kavme geçince nasıl değiştiriverdiğini araştırmak, çok güç bir meseledir.
İlk bakışta birbirinden alınmış gibi görünen iki müessesenin, hakikatte,
tamamıyla ayrı menşelerden gelmiş olması da mümkündür. Yine birçok hallerde,
mesele layıkıyla tetkik olununca, herhangi bir iktibas ve taklitten bahse hiç
mahal olmadığı ve yalnız benzer sosyal şartların benzer neticeler vücuda
getirmiş olduğu meydana çıkabilir.( Köprülü, Bizans Müesseselerinin, s. 40-41)” Görüldüğü üzere
Köprülü’nün bir tarihi meselede yazılmış olanlara karşı tenkîdi tavrı bu
minvalde şekillenmiştir. Şimdi bu yazılanları İbn Haldun çerçevesinde analiz
etmek istersek doğunun ananevi tenkit tarzının asırlar sonra Köprülü de nasıl
sürdüğü ya da daha umumi bir çerçeve ile herhangi bir meseleye tarihçi olarak
nasıl bir tenkit nazarı çevrilebileceği nazariyeden tatbike giden yolda ortaya
çıkmış olacaktır. En azından Köprülü okuyucuları bundan sonra onu okurken
verilen bazı teorik ve metodik çerçevenin daha farkında olarak metinlere
bakacaklar ve bu ülkemizde sıkıntısını çektiğimiz metod yoksunluğunun
aşılmasında bir nebze de olsa akıllarımıza fer verebilecektir.
Köprülü’nün ilk eleştirisi “ananenin
sürükleyip getirdiği birçok yanlış fikirler” meselesidir. Hatırlanacak
olursa İbn Haldun tarihçi tenkidini ele aldığı ilk bahiste “Fikir ve mezheplere taraftarlık bu sebeplerden
birini teşkil eder. Çünkü insana nefsen, haberleri işittiği ve kabul ettiği
vakitlerde itidal halinde bulunur ise, haberi hakkiyle inceler ve doğrusunu
yalanından ayırdedip haberin doğruluğu açık bir surette belli oluncaya kadar
düşünür. Bir fikir, mezhep ve inanca taraftarlık karışır ise, insan ilk ağızda,
kendisine uygun olan haberleri kabul eder, bir fikir ve mezhebe meyil ve
taraftarlık, insanın dikkatle düşünerek haberi tenkit gözünden geçirmesine ve
incelemesine mani olur ve yalanı kabul ve nakleder( İbn Haldun, Mukaddime,
(Ter. Zakir Kadiri Ugan), c.1, İstanbul, 1990, s. 82).” Buna Köprülü’nün bu
tarihçilerdeki “yanlış fikir (préjugé”) eleştirisini de eklersek mesele
kendiliğinden anlaşılacaktır. Türk tarihine yanlış bir yerden bakan tarihçilere
cevap bu şekilde verilmiştir.
Diğer bir eleştirisi ise “mücerret
mantıktan doğan bu istidlallerin”
üzerinden gelmektedir. Burada tarihçilik noktasında ciddi bir zaaf vardır
ki bunların İbn Haldunca ifadesi “*Haberlere
yalan karışmasını icap ettiren sebeplerin bir diğeri de, haberleri nakil ve
rivayet edenlere inanmaktır. *Haberlere yalan karışmasının bir sebebi de
maksatları unutmaktır. Haberleri nakledenlerin birçoğu, gözü ile görmesinden ve
işitmesinden maksadın ne olduğunu bilmez. Haberi zannına ve tahminine göre
naklederek yalana katlanır. *Haberlere yalan karışmasının sebeplerinden biri
de, haberin doğruluğu vehmine kapılmaktır. Bu inan ekseriyetle haberi nakledene
inanmaktan ileri geliyor(İbn Haldun, Mukaddime, s. 82).” Görüldüğü gibi tarihi inşa sürecinde mücerret bir
mantık kaynak, tarihçi tenkidi yapmamak ve ötesinde kendi vehimlerinin kuru
mantıksal istidlallerine sığınmaktır. Köprülü hocanın çok veciz ifadesi İbn
Haldun üstadımızla birleşince batılı bazı zihinlerin nasılda zavallılaştığı
dikkat çekicidir. Akla sistematik yol vermeyenler hiçbir zaman kendi
hakikatlerini bulamayacakları gibi kendi hakikatlerine edilen bühtanlara da
ilmi ve anlamlı cevaplar veremeyeceklerdir. Zira hamasetle ilim olmaz, olsa da
olan mugalâtaya kendi cinsince laf ebeliği kabilinden cevap vermek olur.
Köprülü’nün diğer bir tenkidi ise “Fakat bütün bu gibi tetkiklerde, bilhassa
bahis mevzumuz olan “müesseselerin iktibas ve taklidi” gibi ince ve pek muğlak
meselelerde, tarihi usulün bütün
icaplarına –eldeki vesikaların verdiği imkan nispetinde- uymak zaruridir.”
Noktasında gelmiş idi. Köprülü sanki İbn Haldun’un şu tenkitlerini modern
zamanlarda tekrar eder gibidir. “Diğer
bir sebebi de, halleri olaylarla karşılaştırma keyfiyetini bilmemektir. Çünkü
hâl ve haberler karıştırılarak belirsiz bir hâle getirilmiş ve başka şekle
sokulmuş olduğu için, haberci hâli gördüğü gibi nakleder. Hâlbuki şekil
değiştirilmiş olduğundan vaki de hakikate uygun değildir(İbn Haldun, Mukaddime,
s. 83).” Görüldüğü üzere karşılaştırmalı çalışmaların
metodolojik zorluğu aşikârdır. Hâlbuki karşılaştırmalarda ince ve muğlâk olan
noktanın aşılması belirsiz hale gelenin ve şekil değiştirmiş olanın iyi
tespitinden geçer. Kuru mantık ve ananevi itikatlarla yapılacak tahliller
tarihi vakıanın olmadığı şeklinde gösterilmesi gibi bir hatayı doğuracaktır.
Burada İbn Haldun ve Köprülü karşılaştırmada bir usul takibini ileri sürmekte
ve bu konuda diğer tarihçileri eleştirmektedirler.
Nihai olarak Köprülü eleştirilerini “Yoksa Rambaud”nun ve takipçilerinin yaptığı
gibi dış görünüşteki birkaç benzerliğe
dayanarak onların tarihi vakıalara ne derece uyabileceğini hiç düşünmeden umumi
hükümler çıkarmak, asla ilmi bir hareket sayılamaz. Sosyal müesseselerin
bir kavimden diğerine, bir medeniyet dairesinden diğer bir medeniyet dairesine
nasıl geçtiğini, sosyal bir müessesenin bir kavim için ifade ettiği manayı
diğer bir kavme geçince nasıl değiştiriverdiğini araştırmak, çok güç bir
meseledir. İlk bakışta birbirinden alınmış gibi görünen iki müessesenin,
hakikatte, tamamiyle ayrı menşelerden gelmiş olması da mümkündür. Yine bir çok
hallerde, mesele layıkıyla tetkik olununca, herhangi bir iktibas ve taklitten
bahse hiç mahal olmadığı ve yalnız benzer sosyal şartların benzer neticeler
vücuda getirmiş olduğu meydana çıkabilir.” Sözleriyle bitirir ki bu
eleştiriler İbn Haldun’un 1377’de bitirdiği eserinde ifadesini bulan “Yalan haberler karışmasının, andığımız
sebeplerinin hepsinden daha önemli diğer bir sebebi var ki, bu da (dünyanın
insan yaşayabilen bölgelerinde yaşayan kavimlerin ve cemiyetlerin yeryüzünü
imarından ibaret olan) umranın ve diğer tabirle içtimaî hayatın tabiatının
(tabiî cereyanının) hallerini bilmemektir. Çünkü cereyan eden hadislerin, o
hadiseler gerek zati ve gerek fiili (ve arızî) olsun, her hadisenin kendisinin
zatına ve kendisine mahsus olan bir tabiatı ve arizî olan hâlleri bulunması
zaruridir. Hadiseyi işiten kimse,
hadiselerin ve hallerin varlıktaki tabiatlarını ve bunların icap ve taleplerini
bilir ise, bu bilgiler o kimsenin haberin doğrusunu, yalanından ayırt etmek
üzere yapacağı incelemelerine yardım eder(İbn
Haldun, Mukaddime, s. 84).” Ve yukarıda
verdiğimiz halleri, olayları karşılaştırma keyfiyetini bilmemekten kaynaklı
yanlışların tespitine dair tespitlerdir.
Fuat Köprülü tarihçiliğimizin modern
zamanlara açılan kapısı idi. İbn Haldun ise gelenekten modern zamana geçişte
hala ne ve kim olduğunu anlayamadığımız büyük kapımız. Bu ikisinin birlikte
gösterilerek modern zaman tarihçiliğinin ve tarihçiliğimizin önemli bir kuram
ve yöntem çerçevesi olan Annales ve batı tarihçiliği ile bunlara bu zeminde
verilen tenkidi bakış gelecekte Türkistanlıların düşünce pratiğinin nasılına
dair önemli bir kapı açmaktadır. Tarihle düşünmek geleceği doğru anlamak ve
açıklamak adına ilk ve en önemli adımdır.
Vesselam