13 Ocak 2020

Gariptik

'Allah garip kullarını sever ve Allah kırık kalpler katındadır.' demişti hocam. Bir garip tebessüm düştü çehreme. Gariptik zira. Kimsesiz değildik hâşâ. Hangi yaratılan kimsesizim diyebilirdi ki; 'Yere göğe sığamadım mü'min kulumun gönlüne sığdım' diyen Rabbi varken...

 Lakin ezelden 'Yusufça' yazılmış kaderimiz. Razı olduk, iman ettik. Ama kulduk, zayıftık, acizdik...

Ve gariptik...

 Yunus Emre'nin, 'Sövene dilsiz, dövene elsiz gerek' dediği kişi oluvermiştik. İşte bu yüzden gariptik. Ve bu garipliğin, bu Yusufluğun, bu kuyunun, bu zindanın Sultanlık olacaktı sonu bilirdik. Bilirdik bilmesine de, yine de hüzne kapılırdı yüreğimiz... Kimse duymasın diye yastığa gömülüp hıçkıra hıçkıra ağlardık yine de... Kanatırcasına ısırırdık dudaklarımızı Firavun tabiatlı insanların kötü sözlerini işitince...

 Ve sonra...

Sonra susardık...

Uzun uzun susardık. Gözlerimizden akıtamadığımız her damla yaş, boğazımızda bir düğüm olurdu yutkunamazdık...

 Hocamın dediği gibi 'Gökleri direksiz ayakta tutan Allah' büyüktü; Allah 'Kerim'di, Allah 'Aziz'di, Allah 'Mütekebbir'di.

 Herkes gideceği yere hazırlık yapıyordu. Güzel yere gidecek olanlar yanında güzellikler bulundurmalıydı; sabır ve razılık en önemli azıklardandı.

 Mademki herkes yoluna göre hazırlık yapıyordu, Firavunlar da ona göre hareket edeceklerdi elbet.

 O halde razı olmalıydı her hâle. 'Zuhûrâta tâbi olmak' der hocam bu razılığa. Ve devam eder Azîzân'ın hikmetli sözleri ile:

 'Zuhûrâta tâbi olursan, zuhûrât da sana tabi olur. Zuhûrâta tâbi olmak edebin büyüğüdür.'

 O halde;

 'Firavun'a zulmetmek, Yusuf'a sabretmek düşmüştü...'