12 Ekim 2018

Global Kültürel Savaşta Dinin Rolü

Berlin duvarının yıkılması, Sovyetler Birliği'nin çöküşü, Doğu Blokunun dağılması ve benzeri olaylar, dünyayı bir değişim ve dönüşüm sürecine soktu. Bilgi ekonomisine ve millî devletten mega devlete geçiş olarak değerlendirilen bu; sosyal, ekonomik ve politik dönüşüm süreci, sosyal bilimler literatürüne; “globalleşme”, “küreselleşme”, “global sermaye”, “global kültür”, ve “global kriz” gibi yeni kavramlar kazandırdı.  Artık -lehinde de olsak aleyhinde de olsak farketmez- küreselleşme dilimizden düşmüyor.

Buna göre dünya, sosyal, ekonomik ve kültürel yönden daha çok yakınlaşacak, hatta belirli ölçüde birleşecek. En azından ülkeler ve milletler birbirinden daha çok etkilenecek ve birbirine daha çok bağımlı hale gelecekler. Özellikle kitle iletişim vasıtaları teknolojisindeki devrimlerle dünyanın küreselleştiği yani büyükçe bir köy haline geldiği meselesi, kesinlikle boş bir iddia değildir.

Bizi asıl ilgilendiren şu ki; birçok bilimadamına göre, globalleşme neticesinde dünya genelindeki adaletsizlik; -geri kalmış ülke insanlarının aleyhine olacak şekilde- daha da büyüyecek. Siyasal, ekonomik ve kültürel alanda fakir topluluk ve devletler daha çok fakirleşirken, zenginler de daha çok zenginleşecek. Güçlü olan dâima haklı sayılacak, zayıf olan da devamlı ezilip sömürülecek. Hâkim diller diğer küçük dilleri, hâkim kültürler de diğer zayıf kültürleri yutmaya devam edecektir.

Kapitalizmin azgın bir ataklığı olarak ortaya çıkan globalleşme, dar ulusal sınırlar içine sıkıştırdığı fakir ülkeleri ve o ülkelerin halklarını istediği kalıba dökmeyi hedef olarak önüne koymuştur. Küreselleşme, Batı'nın ikinci emperyalist akını denilebilecek homojenleştirmeyi ve yeni siyasî, kültürel ve ekonomik işgalini daha nötr havaya sokacaktır.

Globalleşme, korkunç bir kültürel savaşı da beraberinde getirdi! Bu savaş; internet, uydu üzerinden yayın yapan radyo ve televizyonlar, sinema filmleri, yazılı basın, misyonerlik ve misyonerliğin ilim maskesi ile çalışan çeşidi olan oryantalizm ve benzeri vasıtalarla yapılmaktadır.

Karşı taraf; bu savaşta, eski demeden, yeni demeden saçma sapan değerlerini korumakla, yaşatmakla kalmıyor; bize kabul ettirmek için elinden gelini yapıyor. Peki bunun karşısında biz ne yapıyoruz? Biz, -Batı Batı diyerek- kendi kültürümüzü reddediyoruz. Öz kültürünü, manevî değerlerini koruyamamak, unutmak, hele hele inkâr etmek; intihar etmek ve “ben yokum” demekle eşdeğerdedir.

Kültürel boşluk, istikrarlı gelişmeyi engelleyici ciddi bir risktir. Toplumun kendini en az buhranla ilerleterek yaşayabilmesi; mensup olduğu dinî değerler üzerine inşa ettiği kültürünü korumaya bağlıdır. Din, bu bakımdan kültürün ruhudur. Bu sebeple bu bilgi çağı; devletin yanında, meslekî ve gönüllü kuruluşlarla diğer sivil toplum örgütlerinin de önemini artırmaktadır.

Devamlı olarak yabancı kültürlerin bombardımanına maruz kalan toplumlarda, kimlik buhranı meydana gelir. Bu buhran, büyük ölçüde bizde de yaşanmaktadır. Bu buhrandan kurtulmanın çaresi, kendi kendimizle barışmaktır. Bu barışma da; ancak toplum olarak dinimize, manevî değerlerimize sarılmak ve kültür kaynaklarımıza geri dönerek onlarla yeniden beslenmeye başlamakla mümkündür.

Günümüzde ebeveynler; artık eskiden olduğu gibi çocuklarına kolay sâhip çıkamıyor ve onlara rahat hâkim olamıyorlar. Bunun için genç nesillerin eğitiminde ve manevî değerleri kazandırmada büyük bir aksaklık yaşanmaktadır. Ancak buna rağmen aileler; ana okulundan başlayarak en yüksek tahsil kademesine kadar, çocuklarına ve gençlerine sâhip çıkmak; onların maddî ve manevî ihtiyaçlarını  karşılamak  zorundadırlar. Bir de şu var ki; ne pahasına olursa olsun gençlerimizi, mukaddes değerlerine yabancılaştırmadan çağa uydurmak zorundayız. Hazret-i Ali radıyallahü anh, “çocuklarınızı, yaşadığınız çağa göre değil, onların yaşayacakları çağa göre yetiştirin,” buyuruyor.

Görüldüğü gibi  emperyalizm; kültürel sahada da acımasızca tatbik edilmektedir. Kültürel emperyalizm;  milletlerin; din, inanç, örf, âdet, gelenek, görenek ve ahlak gibi üst değerlerini hedef almaktadır. Yukarıda da temas ettiğimiz gibi emperyalist güçler, bu savaşı; kilise, internet ve uydu yayınları başta olmak üzere birçok araç ve vasıtayla kesintisiz olarak sürdürmektedirler.

Bu savaşın en önemli askerleri kilisenin kontrolü altında özel olarak kurulan misyoner teşkilatları ve okullarıdır. Bu kurumlarda yetişen misyonerler dünyanın her tarafında her türlü vasıtayı kullanarak faaliyetlerini sürdürmektedirler. Misyonerler; arasına sızdıkları milleti meydana getiren manevî değerler manzumesini dejenere etmekle işe başlarlar. Tahrip ettikleri yerel değerlerin enkazı üzerinde kendi inançlarının binasını yükseltmeye çalışırlar.

Bu küresel tehdit altındaki toplumumuzun da; ciddi bir kimlik buhranına ve kültürel erozyona uğradığı konusu, inkâr edilemez bir gerçektir. Bu büyük erozyon, daha çok gençlikte yaşanmaktadır. Sadece gençliğimizin; -kızlardan bahsedemiyorum- erkeklerinin kılık kıyafetlerine, kulaklarındaki küpelere, büyük paralar vererek giydikleri yırtık, delik pantolonlara, vücutlarını işledikleri dövmelere, izledikleri dizilere, bir dakika yanlarından ayrılamadıkları cep telefonlarında nelerin peşinde koşuştuklarına bakmak yeterlidir…

Gençliğimizi, bu şekilde kimlik buhranına sevk eden birçok husus vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir: Farklı ahlakî ve estetik normlar, kitle iletişim araçlarının hızla gelişmesi, milletlerarası temasların artması, sanayileşmeye paralel olarak şehirleşmenin hızlanması, çalışan anne-babaların aile ve çocukları ile daha az ilgilenir duruma düşmesi. Kalabalık okul ve sınıflarda öğretmen ve öğrenci diyaloğunun zayıflaması. Kötü niyetli odakların, sistemli bir şekilde gençlerin arasına sızması, sorumsuzca yapılan zararlı yayınların artan tahribatı. Alkolizm ve uyuşturucunun yaygılaştırılması, fuhuş ve sapıklığın bir nevi teşvik edilmesi…

Bu durum karşısında silkelenip toparlanmak ve manevî değerlerimize sımsıkı sarılmaktan başka çaremiz yoktur. Bizler, ilk emri “oku!” olan bir dinin mensubu ve “iki günü eşit olan aldanmıştır”, “hiç ölmeyecekmiş gibi dünyan için, yarın ölecekmiş gibi de âhiretin için çalış!” diye buyuran bir Peygamberin -sallallahü aleyhi ve sellem- ümmetiyiz. Bu şeref bize yeter... Ateizmle ruhu, içki ve uyuşturucu ile bedeni, kumar ile malı tüketme işine; hayatın tadını çıkarmak diyen zavallılar  -varsın- bize gerici sansınler!.. Üstad, ne güzel özetlemiş: Zamanı kokutanlar, mürteci diyor bana/yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana!

Bugün dünya müslümanlarının nüfusu 1.8 milyara gelmiş durumda. Ülkeleri, dünyanın en hassas ve en stratejik öneme sâhip yerler. Toprakları; yeraltı ve yerüstü zenginliklerle dolu. Buram buram insanlık, medeniyet, ilim ve irfan kokan tarihlerinde utanılacak, yüz kızartacak hiçbir şey yoktur. Bilakis İslam tarihi, şeref tabloları ile doludur. Bugün birileri teknolojide bizden daha ileride ise; “ilim ve hikmet müslümanın kayıp malıdır, nerede bulursa alsın,” nebevî buyruğa uygun olarak gidip almak durumundayız. Fakat kültürümüzü değiştirmeyi ve manevî değerlerimizden vazgeçmeyi aklımazdan bile geçirmemeliyiz.

İslam kültürü, gerçekten bunalım çağı insanına, muhtaç olduğu her türlü huzur ve saadeti sağlayacak güçtedir. Bu dinin, iman prensiplerinden alınan hayat ilhamı, zamanın ve mekânın etkisiz kılamayacağı kadar sağlam esaslara dayanmaktadır. İnsanlığın ruh, akıl, kalb, ve beyin işleyişinin sıhhati, İslamın temellendirdiği hayatta mevcuttur. İslamın bu hususiyetlerini gören insaflı Batılılar, O'nun üstünlüğünü itiraf etmektedirler. Bunun örnekleri çoktur…

Mesela eski bir İngiltere Dışişleri Bakanı bir konferansta yaptığı konuşmada, “Biz, birçok şeylerimizi İslam medeniyetine borçluyuz. Hâlâ İslam rakamlarını kullanıyoruz. Gelişmemizi de, İslam ilim ve sanatına borçluyuz,” demişti.  Peter Scholltour isimli ünlü Alman müsteşrik de; “Batı, fikir planında iflas etmiştir. Bunun için bir gün gelecek bütün Avrupa islama koşacaktır.” diyor. İnşaallahü teâlâ öyle olduğunu görürüz…

Globalleşme, Hıristiyan-Batı menşeli tehlikeli bir kitlesel değişim-dönüşüm silahıdır. Bunu bilerek globalleşmeye dikkat etmemiz gerekir. Beyni yıkanarak kendi kültüründen uzaklaştırılan bir toplum, içten fethedilmiş, demektir. Osmanlıların bile, fethetmek istedikleri yerlere önce Alperenler göndererek içten fetih yapmaya çalıştıkları ve başarılı oldukları tarihî bir vakıadır. Şimdi aynı şeyi globalleşme ismi altında Batı yapmaktadır.

Bu durum karşısında, âcilen  yapılması gereken şey; -tarihte olduğu gibi- yüce dinimizi doğru kaynaklardan öğrenip yaşamaktır. Bunu yapmadan, varlığımızı uzun süre devam ettirmemiz zordur. Einstein, “Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır,” demiştir. Başka Batılı bir düşünce adamı da; “din, dünyada düzenin kurulması ve dünyada yaşayan herkesin barış dolu bir rahatlık içinde yaşaması için gerekli vasıtaların en büyüğüdür,” itirafında bulunmaktadır.

-Bilindiği gibi- İslâm hâriç, bütün dinler tahrîf edilip değiştirilmiştir. Bunlar -faraza- değiştirilmemiş olsalar dahi, bugün onlarla amel edilemez. Çünkü onlar, Allahü Telâlânın son Peygamberi Hazret-i Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemin getirdiği yüce İslâm dini ile nesh olunmuşlar yani iptal edilerek yürürlükten kaldırılmışlardır. İslâm dini ise, Kıyâmete kadar bâkidir. Bu yüzden, bütün varlığımızı borçlu olduğumuz yüce Dinimizin kıymetini bilelim ve kutlu yolundan kıl kadar sapmayalım, vesselam...