03 Kasım 2018

'Güven' ekonomi için basit bir sözcük değil

Toplum refahının sağlanmasını istediğimiz her an neden bu kadar çok zorlanıyoruz? Ortak yararlarımız için farklı düzenlemeler tahayyül etmek neden bizi aşıyor? Sonsuza dek işlevini yitirmiş “serbest piyasa” ve “sosyalizm”in dillere pelesenk olmuş dehşetleri arasında yalpalanmaya mahkûm muyuz?

Bu konuda bizi tıpkı diğer konular gibi yüzeysellik ve söylemsellik batağı içine çekiyor. Artık çoğu zaman ne konuştuğumuzu bile bilmediğimiz bir sürecin içerisine girmiş bulunmaktayız. Son yıllarda bir girişimi ya da politikayı destekleyip desteklemediğimizi kendimize sorarken, soruyu mutlaka bir kar ve çıkar meselesi haline getirmeye başardık. Hele hele bu davranışın içgüdüsel bir davranışmış gibi pazarlanabilir hale getirilmesi, bireylerin topluma yönelik güven arayışlarını da büyük ölçüde azaltır duruma getirdi.

Geçtiğimiz aylarda gündeme gelen McKinsey meselesi de aslında toplum ve birey arasındaki güven durumunun ne boyuta geldiğini bizlere bir sefer daha göstermiş oldu. Öyle ki bu soruna çözüm getirmek isteğiyle yola çıkan birçok uzman ve yazar, ülkedeki mevcut kurumların varlığını unutarak “bağımsız ve ulusal bir danışmanlık sistemi” kurulması yönünde öneride bulundular(!)

Gündelik yaşantımızın büyük bir kısmını kaplayan “rasyonel tercihler”, ülke ekonomisinde yaşanan sıkıntılarla beraber burada da kendini göstermeye başladı. Toplumsal diğerkâmlık, kendini inkar, zevk, kültürel alışkanlık ya da ortak hedefler gibi dışardan gelen kriterlere asgari düzeyde göndermede bulunarak, azami ekonomik yarar şeklinde tanımlanmış olan kendi çıkarlarımız peşinden koşmak neredeyse moda haline geldi. Toplumdaki bu çöküş elbette devletin de zayıf noktalarından biri haline geldi ve manipülatif hareketlerin bu alandan ilerlemesine olanak sağladı.

Eskiye oranla homoeconomicus olarak varlığını sürdürmeye meraklı bir nesil var önümüzde. Artık üniversite sınavlarında derece yapan öğrenciler doktor ya da mühendis olmanın hayalini kurmuyor. Bu sene ilk 10'daki 3 öğrenci ünlü üniversitelerin işletme ve ekonomi bölümlerine yerleşti. Bu yalnızca Türkiye'de değil, tüm dünyada bu şekilde ilerliyor. Oysa 1970'li yıllarda hayatın amacının zenginlik olduğunu düşünenlerle dalga geçiliyordu. İngiliz öğrenciler arasında 1949 yılında yapılan bir anket sonucunda, bir çocuk ne kadar zekiyse, ilgisini çeken makul ücretli bir işi yalnızca daha çok para kazanacağı bir işe tercih etmesinin muhtemel olduğunu ortaya çıkarmıştı. Bugünün öğrencileri ise kazançlı bir bulmak dışında hiçbir hayalin peşinden koşmuyorlar.

Geçmiş ne zannettiğimiz gibi iyiydi ne de kötü; sadece farklıydı. Geçmişten söz ederken sadece kendimize nostaljik masallar anlatırsak o geçmişin düşmanımızdan da farkı kalmaz. Bugün yaşadığımız sorunlarla geçmişten ilham almak ise en doğrusu olacaktır. Dünya hiçbir zaman cenneti yaşamadı ve daha yaşanabilir koşullar her çağda daha da gelişmedi; her dönemin kendince daha iyi ve daha kötü zamanları vardı. Örneğin; Victoria döneminde dünya evrensel sosyal yardım ile tanıştı. Artık devletlerin durumu iyi olmayanlara daha naif yaklaştığı bir evreye girilmişti. Çalışmamak ya da iş sahibi olmamak bir kusur değildi. İhtiyaçlara ve haklara özel bir saygı gösteriliyor, işsizliğin şahsiyetsizliğin bir ürünü olduğu fikri bir kenarda bırakılıyordu. Ancak yüzyıllar sonra İngilizler Margaret Thatcher ile çok tuhaf bir dönemin içine girdi, Thatcher ve politikalarına göre devlet işsizlere para öderse kimse onları iş aramaya teşvik edemezdi. Aydınlanmış ekonomik akılcılığın neden olduğu bu karanlık çağla birlikte tüm dünya sosyal reformların sorgulandığı bir sürece girdi, toplum unutuldu, birey yüceltildi. Örneğin ABD'de Clinton döneminde 1996 tarihli “Kişilik Sorumluluk ve İş Fırsatı Yasası”yla toplumsal yardımın yükü azaltılmak istendi. Yasayla beraber ücretli iş aramamış herkesten toplumsal yardımı keserek işçilerin işyerlerine çekilmesi hedefleniyordu. Bu durum hiçbir şekilde iş bulamayanların kusurlu vatandaş statüsüne geçmesine neden oldu. Bir insan iş bulamayıp erzak ya da bez yardımı alıyorsa mutlaka bir sıkıntısı vardı. Ve ABD bunu “demokrat” başkanı ile sadece 22 sene önce yürürlüğe geçirmişti.

Tabi bu sosyal yardımlaşmanın kötü tarihi için ilk örnek değil. 1930'lar ABD'sinde de benzer şeylerin yaşandığını Malcolm X'in anılarından görüyoruz. Malcom X, ailesini yardım için denetlemeye gelen memurları şöyle anlatıyor: Aylık sosyal yardım çekinin gelmesi ellerine bakardı. Sanki bizim sahibimizmiş gibi davranırlardı. Annem ne kadar istemese de onları eve almak istemezdi. Madem devlet bize et, çuvallarla patates ve türlü konserveler vermek istiyordu, neden annemiz bunları almaktan nefret ediyordu, anlayamazdık. Sonradan annemin hem kendi gururunu hem de bizimkini korumak için ümitsizce çabaladığını fark ettim.”

 Devletlerin kötü durumdaki vatandaşlarını desteklemesi yönündeki politikaları hiçbir zaman kusursuz olmadı. Geçmişinde bu kadar kusur bulunan büyük devletlerinden bugün için “bilen” edasıyla yardım istemek aslında ne kadar riskli bunu çok iyi tahlil etmemiz gerekiyor. Tüm bunlarla beraber, büyük devletlerin toplumlarla beraber ekonomiyi ilerletmeleri konusunda her zaman daha başarılı olduklarını kabul etmemiz şart. İçimizi karartmaya lüzum yok, aslında kamusal politikaya yönelik değerlendirmeleri yalnızca ekonomik hesaplamalarla sınırlı tutabileceğimiz düşüncesi bundan 200 yıl önce de yaygındı. Ticari kapitalizmin ilk dönemlerinde onun hakkında yazılmış en zeki yazarlardan olan Maquis de Condorcet'in nefret dolu öngörüsü, “hürriyet, açgözlü bir milletin gözünde mali icraatlerin emniyeti için gerekli bir teminattan başka bir şey değildir” yönündeydi.

Bu durumda toplumun işleyiş biçimini seçmekten nasıl söz etmeliyiz? Güven yoksa hiçbir şey yapamayacağımız apaçık ortadadır. Eğer gerçekten birbirimize güvenmeseydik birbirimizi desteklemek amacıyla vergi ödemezdik. Başkalarına ihtiyaç duymayarak, en çok da birbirimizi severek aslında en rasyonel alanlarda bile başarı elde edebileceğimizi unutmamız şart. Piyasalar kamu yararına güven, iş birliği ve ortak hareketi kendiliğinden oluşturamazlar. Güven dediğimiz duygu o denli güçlü ki bugün kapitalizmi en çok eleştiren isimler tarafından da bu soruna tek çare olarak görülüyor. Birey olarak bu sözcüğe her ne kadar uzak yaşadığımızı düşünürsek düşünelim, kendi başarılarımızın dahi kolektif bir bilincin ürünü olduğunu hiçbir zaman unutmayalım.