25 Ekim 2017

Hak ve Emniyet

İnsanların eşitliği ve hakları teorisi yerine insanın emniyetini sağlayan ve zararı telafi eden bir teoriyi temellendirmek gerekmektedir. Toplumun aradığı barış ve huzur, üç norm düzeniyle muhatap olur: 1) Yasa, 2) Hukuk, 3) Adalet. Bu üç kavramın sıklıkla birbirinin yerine kullanıldığını görüyoruz. Düşünürler yasal olanın hukukî olmayabileceğini, hukukî olsa bile bunun da adaleti tesis etmeyebileceğini ifade ederler.

Aristo'ya göre “Hak bir tür orantıdır (…) orta olan bu haktır. Haksızlık da bu orana aykırı olandır. Orantılı olan ortadır, hak da orantılı olandır (…) Ortak şeyleri paylaştırmadaki adalet oranlamaya göredir; nitekim paylaştırma ortak mallarda olursa, katkıda bulunanların birbirlerine oranları neyse aynı oranda olacaktır. Bu adaletin karşısında olan adaletsizlik de bu orana aykırı olacaktır.” (Aristo, Nikhomakhos'a Etik, Bilgesu Yayınları, 2009: 96-97). Aristo, bir de ‘düzeltici adalet' kavramına yer verir: “Adaletin geri kalan türü, gerek isteyerek gerek istemeyerek olan alışverişlerde görülen düzeltici adalettir. Bu adalet öncekinden başkadır (…) Yasa yalnızca zararı farkına bakar ve onlara eşit muamele yapar: Yani birinin haksızlık yapıp yapmadığına, ötekinin haksızlığa uğrayıp uğramadığına ve birinin zarar verip vermediğine, ötekinin zarar görüp görmediğine bakar. Dolayısıyla yargıç eşitsizlik olan bu adaletsizliği denkleştirmeye çalışır.” (Aristo, 2009: 97).

Anlaşılacağı üzere Aristo, adalet anlayışını 1) Dağıtıcı adalet, 2) Denkleştirici (düzeltici) adalet kavramlarıyla belirlemiştir. Dağıtıcı adalet'in ‘oran adaleti' olduğunu anlıyoruz.  Dağıtıcı adalet bir nevî imtiyaz adaletidir. İnsanların liyakatları, onları toplumsal anlamda her insanla eşit kılmamaktadır. Fiziksel ve zihinsel kapasitelerinin farklı yaratılması nedeniyle bazı insanlar diğerlerinden daha çok öne geçebilir, içtimai yapıda imtiyazlı alanları doldurabilir. İşte Aristo'nun dağıtıcı adalet'i bu pozisyonla ilgili görünmektedir. Aristo'nun bunun yanında bahsetiği denkleştirici adalet ise fiziksel ve zihinsel kapasitesi ne olursa olsun başkalarına zarar verenin zararın neticelerini tazmin etmesini gerektiren adaleti işaret eder.

Samuel Fleischacker, Aristo'nun bu tasnifini şöyle yorumlar: “Dağıtıcı adalet, şeref, siyasi mevki ya da paranın insanların meziyetleri uyarınca paylaştırılmış olmasını gerektirirken -insanlar, dağıtımda adil olanın meziyete göre olduğunda hemfikirdir- düzeltici adalet ise haksızlık edenlerin, mağdurlarına verdikleri zarar ölçüsünde tazminat ödemelerini gerektirir. Aristotales'in bu ayrım hakkındaki tartışması, dağıtıcı ve düzeltici adaletin değişik yollarla temsil ettikleri bir eşitlik normuna adanmıştır: İlk durumda, eşitlik herkesin kendi meziyetiyle orantılı şekilde ödüllendirildiği olgusunu içerir. Böylece meziyetlerinde eşit olmayanların aynı, eşit olanların da farklı şekilde muamele görmesi adaletsizdir. Sonraki durumda ise adalet, haksızlık edilen mağdurların her birinin, meziyetlerine bakılmaksızın eşit şekilde tazmin edilmeleri için gereklidir (…) dağıtıcı ile düzeltici adalet arasındaki tezat, meziyete ilişkin olarak ortaya çıkmaktadır. Zarara uğramış olan kötü insanları bile, sadece uğradıkları zarara dikkat ederek de olsa tazmin ederiz. Ancak maddi varlıkları, kişilere hak ettikleri kadarıyla dağıtırız.” (Fleischacker, Dağıtıcı Adaletin Kısa Tarihi, Pinhan Yayınları, 2013: 41-42).

Anlaşılacağı üzere Aristo'nun adaletinin huzurunda mal ve imtiyazların dağıtılması konusunda eşit kişilerden oluşmuş bir toplum bulunmamaktadır. Toplumu inşa ederken dağıtıcı adalet (refah adaleti) perspektifinden mi yoksa denkleştirici adalet (düzeltici adalet – sosyal adalet) perspektifinden mi hareket etmek istediğimiz önem kazanacaktır.

Kural olarak muhatap olduğumuz kişiler toplumun denkleştirici adalet ile tanzim edilmesinden yana görüş bildirir. Ancak görüş sahiplerinin gündelik hayatlarına bakıldığında ifadelendirilen görüşle uyuşmayan davranışların sergilendiğine şahit olunacaktır. Çünkü toplumu oluşturan fertlerin hemen tamamı, kendilerini diğerlerinden ayrıcalıklı kılan meziyetleri kazanma yarışına girmiş durumdadır. İnsanlar mal ve statü kazanımını bir yarış olarak kabul etmekte, arkadaşlık kavramı yerine ‘rakip' kavramını temel almaktadır. Bu temayül nedeniyle toplumsal bilinçaltını yönlendirenin oran adaleti ya da dağıtıcı adalet olduğu söylenebilecektir.

İslâm'ın bazı ilkeleri Aristo'nun imtiyaz adaletine diğer bazı ilkeleri ise denkleştirici adaletine benzetilebilir. Örneğin (9 Tevbe 60) ayetinde sekiz tabaka içinde resmi olarak zekat toplayanlarla muhtaç olduğu için zekat verilecekler birlikte zikredilmiştir. Yine de, İslâm düşüncesi açısından adalet kavramının Aristo'nun yaklaşımından farklı olduğu ifade edilmelidir.

Öncelikle İslâm düşüncesi ‘hak teorisi'nden hareket etmemekte ‘emniyet teorisi'ni esas almaktadır. Buna göre örneğin ‘Yaşama hakkı' değil, ‘Can emniyeti' öne çıkmaktadır. Bir hukukî problemin ‘hak' konusu olmasıyla, ‘emniyet' konusu olması arasında büyük fark bulunduğunu gözetmeliyiz.

Hak teorisi, kırılan bir eşyanın sahibinin mal üzerindeki menfaatini zarar verenden tazmine yönelmektedir. Bu kapsamıyla zarar verici eylemin, zarar vermediği sürece yapılması ‘özgürlük' olarak değerlendirilir. Emniyet teorisi ise, zarar vereceği ihtimali görülen eylemin kısıtlanmasını içerir. Örneğin buzlu ve karlı havalarda yolların sürüş kontrolüne izin vermeyeceği öngörülmekteyse, “hak teorisi nasılsa zararın tazminine yetiyor” şeklinde bir düşünceyle hareket edilmez. Yola araç çıkışı men edilir. Özgürlüğün kısıtlanması, emniyet kaygısının bir neticesidir.

Ne yazık ki teknolojik yeniliklerin tabiatı, çevreyi ve toplumsal yapıyı ne derece etkilediği ve değiştirdiği hususu bilgi dışında kalmaktadır. Bu durumda Batı'da üretilip de Türkiye'ye aktarılan teknolojilerin ‘emniyet' durumunu ne derece ihlal ettiği ancak bu teknolojilerin habitatı tahrip etmesiyle anlaşılacaktır. Diğer değişle Batı teknolojisi, yeryüzüne ‘özgürlük etiği'ni içinde saklayarak yayılmaktadır. Teknolojinin kullanımı sırasında muhatabımız kaçınılmaz olarak ‘hak teorisi'nden hareket etmektedir.

Emniyet teorisinin yanında, ‘lâ zarar ve lâ zırar' ilkesinden de bahsetmek elzemdir, diye düşünüyorum. Mecelle'nin külli kaideleri içinde de ısrarla belirtilen “Lâ zarar, Lâ zırar” yaklaşımına göre başkasına zarar verilemez ve kendine zarar vererek başkasına zarar vermek de yasaktır. Örneğin piyasaya ucuz mal sürerek rakiplerini iflas ettiren tüccar kendine zarar vererek başkasına zarar vermeyi amaçlamaktadır. Bu şahsın eylemine ‘serbest piyasa koşulları' veya ‘mülkiyet hakkı' nazarıyla bakılmalı mı?