31 Ağustos 2019

Hak

Musa Aleyhisselam ile Hızır Aleyhisselam'ın ibretlik kıssası vardır hani. Orada, Musa Aleyhisselam üç örnek üzerinden, bildiğinin ötesinde başka türlü bir ilimle tanışır.

Tam yolları ayrılacağı vakit Hızır Aleyhisselam Musa Aleyhisselam'a, "Eğer sabretseydin bin türlü şaşırtıcı şey görecektin. Gördüğün her şaşırtıcı şey de, bir önceki gördüğünden daha şaşırtıcıdır!" der.

Bunun üzerine Musa Aleyhisselam ağlar, “Bana nasihat et.” der.

Hızır Aleyhisselam şunları söyler:

"Bilgiyi insanlara anlatmak için değil, onunla amel etmek için iste. Faydalı ol, zararlı olma. Güleryüzlü ol, asık suratlı olma. İnatçı olmaktan sakın. Boş yere dolaşma. Bir tuhaflık olmadıkça gülme. Günah işleyenleri, pişmanlık duydukları zamandan sonra ayıplama. Sağ kaldığın müddetçe, kendi hataların için ağla. Bugünün işini yarına bırakma. Gayretini hedefine yönelt. Seni ilgilendirmeyen şeye karışma. Yapacağın şeyi açıktan açığa yap ve gücün olduğu müddetçe de iyilik yapmaya bak."

Bu kıssa Kur'an-ı Kerim'de Kehf Suresi'nde geçer. Ve Peygamberimiz (sav), diğer kıssalarla ilgili olduğu gibi bu kıssayla da ilgili ayrıntılar nakleder. Yukarıdaki ifadeler bu hadis vesilesiyledir.

Zihniniz, dünyanın her gün hangi tuhaflıklara, vahşete ve şiddet manzaralarına gebe olduğunu düşünmekten yorgun düştükten sonra insan olmanın ne olduğunu hatırlamaya dair huzur veren bir mülakat.

Gündelik hayatta, sokakta, alışverişte, komşulukta, ev ve aile içinde, kişiye insan olduğunu hissettiren güzel karşılama; hak ettiğine inandığı şekilde olan. Elbette bu “hak edilen” kendi için en olumlu ve iyi hissettiren ne ise o. Ancak kişiye göre hak edilenin ne olduğu üzerinden adalet dağıtılsaydı dünya mahkemelerinde her zaman savunma kazanırdı. Bu yüzden mahkemeye lüzum görmezdik ve muhtemelen dünya en güçlüye kalırdı.

Dünya mahkemeleri, her iki tarafa söz verip zaman zaman kamu vicdanına başvurduğu şu haliyle bile dağıttığı adalet kimseyi memnun edemiyor oysa.

Vaktiyle hak hukuk işleri, çoğu kere resmiyete, celplere, avukat, savcı ve hakimlere tabi bir iş değildi. Bir panayırda iki tüccar yer işgalinden ötürü kavgaya tutuşsa diğer tüccarlardan araya girenler olur, çözülemezse o araya girenlerden en bilge olduğuna kanaat edileni hakemlik eder, yine çözülemezse iş kadıya taşınırdı. Kadı, fıkhî ve devletin belirlediği hukuki mesnetler ölçüsünce değerlendirme yapar, şahitleri dinler, anlatılanlar ve görülenler üzerinden hükmünü verirdi. İkna olunmazsa itiraza gidilir, bu durumda inceleme derinleşir ve yeni bir karar alınırdı.

Osmanlı'nın kadılık sisteminin bugün kişiye hakkının iadesini sağlayacağı meçhul. Zira hak edilenin tespitini yapan kişinin adı, ister yargıç, ister savcı, ister kadı, ister toplumun bilgesi, ister öncü ilim sahipleri olsun, neredeyse kimsenin böyle bir tâbiyete ve güvene takati kalmadı. Sen sağ ben selamet, diyen için durum farklı. Ama dönüp gidemeyeceğimiz hak davalarının içinden nasıl çıkılacak?

Can hesaplaşmasında işler daha da derinleşiyor. Hem kişi hem de toplum nezdinde iki yön var bu hak aramaların. Kişi açısından en azından bir teselli, toplum nezdinde ise gözdağı.

Teknolojik dünyada, etkiler, tetikleyiciler, maruz kalınmışlık, çocukluk, travmalar, korku unsurları, bağımlılıklar ve daha birçok dış etken toplumlardaki suçlu potansiyelini artırırken; adalet kurumlarını kıskacına alan suçlunun nüfuzu, kariyeri, maddi değeri ya da toplum vicdanı arasındaki bocalamalar mutlak adalete ve hak iadesine imkân vermiyor çoğu kere.

Teknolojiyle kamuoyu vicdanında başka türlü bir hareketlenme var. Sosyal medya, hak iadesi için canla başla yarışanların hiç durmadan klavye yorduğu, kaynağı bilinmeyen pireler ya da deliler yüzünde devasa yorganların yakıldığı, binlerce kişinin kuyudaki taşı çıkaramadığı bir alana dönüştü desek yeri. Kırk kerede bir de olsa mesnetli bir mevzuya zihin yorulduğu görülüyorsa da aynı sloganın binlerce hesapta döndüğü adalet sorgulamalarından da geçilmiyor.

Bunun suçlusu sosyal medya değil.

Zira bir ölüm anının soğukkanlılıkla kayda alınarak “benim çektiğim video abi” kararlılığıyla arsızca paylaşılması sosyal medyanın suçu değil. Kayda alan, bu tutumdan bir hak arayışı doğmasını sağlamak ya da bir suça birinci derecede tanıklık etmek endişesi de taşımıyor. Hele ki müdahale edip belki bir hayat kurtarmak fikri hiç yok.

Öyleyse bunca şiddet pornosunu taşıyan sosyal medya ağları ya da bir çocuğun ulaşabileceği uzaklıktaki web siteleri neyi amaçlıyor?

Bu fütursuzluğun, bu ahmaklığın ve bu cehaletin suçlusu teknoloji değil.

Onun içini dolduran, nasıl doldurulduğuna dair bir denetim getirmeyen, denetim getirilmediğinin tespitini milyonların şahitliği eşliğinde yapanların suçu desek yeterince adil olur muyuz?

Kontrolsüz ve kontrol edilmesi güç bir alana, insani vasıflarından yoksun ya da bu vasıfları giderek azalan bir veri olarak yaklaşıyorsanız, sizi kim durdurabilir?

Bir suçu çok yakınındayken soğukkanlılıkla kayda almanızı, bunu çoğaltmanızı, milyonlara servis etmenizi, en acısı bunu bir maharet zannetmenizi engelleyecek iradenizden başka hiçbir merci yok.

Toplumda araya girenler, yolda yürüyen bilgeler, arabulucu hakemler, nasihatlere talipler yok oldukça kısa günün kârını düşününler de çoğalıyor.

Vahşeti öylece ortaya dökme sonrasında ikinci dereceden suçlu olarak yargılansa bile olan olmuştur artık.

Nasihatlerden pay çıkarıp huzurlu olmak, huzurda kalmak, şaşkınlıkları metanetle karşılamak ümidiyle…

***

Künye: Hak, Arapça kökenli (hakk) bir kelime olup doğru, gerçek; Allah, Cenabıhak, Hudâ anlamlarına geliyor.