Hakikatle mesafenin olmadığı yer

Allah'ın soluğumuz hava gibi bizden esirgemediği bir hayat kaynağıdır ışık. Dünyayı fark etmeye, fark ettiklerimizden faydalanmaya, faydalandıklarımızdan arta kalanları anlamamıza yarıyor.

Kaynağı ne olursa olsun ışıksız düşünülemiyor maddî âlem. Camları, taşları, denizi aydınlatması gerekiyor ki; parlak, mat, şeffaf, yoğun nasıldır bilinsin; yerküredeki her şeyden birinin diğerine göre farkını anlama ve varlıkların etrafını çepeçevre saran hatları görme kabiliyetine kavuşalım.

Âlemdeki hayatı görünür kılan, varlığı ayrıcalık olmayacak kadar fazla, kesintisiz, mecburi ve ıssız karartılarda dahi dünyayı gri çizgilerle çevreleyip biçimleri ayırt ettirebilen ışık, hiç gitmedi.

Gece kopkoyu olduğunda dahi gökyüzünün tamamen siyahlaşmasına müsaade etmeyen, belli belirsiz, bir yerlerden sızan aydınlıklarla doluyor yeryüzü. Bu öylesine bir aydınlık ki, ay ışığı ve yıldızların gizlendiği bir geceye hapsolanın, gözlerini alıştırarak yolunu bulduracak kadar uysal.

Sürekli yanında ve aklında gezdirdiklerini bile unutan insan, nasibi kadar ışıkla beraber yol alıyor. Karanlıkta kalana dek varlığının kıymetini anlayamadığı aydınlıklar ona eşlik ediyor.

Oysa karanlıkta bırakılmak, insanı cezalandırma yöntemlerinin en etkililerinden. Bunun için incecik aydınlığın dahi sızamadığı duvarlar inşa ediliyor. Penceresiz dört duvar ve nadiren ışığa açılan uzak kapılar; yani mahpus... Gün aydınlığından mahrum hücreler, elektrikle çalışan bir aydınlatma mekanizmasıyla donatılıyor. Böyle esirgenmiş suçlu, olur ya ıslahına ikna olur diye…

Hiçbir suni aydınlatıcı renkleri gerçek görünümleriyle izlettiremez. Yapay ışığın niteliğine göre renklerindeki ton farkıyla yansıtır. Gerçeklik algısı körelir yapaylığın yanılgısıyla debelenirken. Gerçek renkten ve biçimden de mahrum olmak, gökyüzünden mahrum olmak kadar büyük bir cezadır.

Gerçek ışığa muhtaç bir yığın insan, doğal ışıktan mahrum bir mahpusluk hâlini yaşar gibidir. Her maddenin ve her kişinin hakiki rengi kayıplara karışır. Gözler ise asıl yansıtıcıları göremediğinden hatalara sebep olur. Küçük sapmalar, giderek derinleşir, büyür. Artık sapmalardan ve hatalardan başka yol yoktur.

Görmeyi bilerek reddediş değildir bu, ama ihmaldir. Rengin asıl hâlini hayal etmeyi dahi unutmaktır. Bir müddet sonra öylesine kanar ki gözler, hakikiyi gördüğünde bocalar, benimseyemez ve reddeder. Yapay ışığın yanılgılarla yüklü ezberleri, kuşatarak inandırır. Artık hakikiyi kabullenmek mümkün olmayacaktır.

Ya müebbetler; ölene dek yanılırlar.

Dört duvar arasında, küçük bir ampul ışığına mahkûmiyet, dışarıda gözü yakacak güçteki gün ışığına neden tercih edilemez. Bu mahkûmiyete sebep nedir?

Öncelikle “mahpushane”ye düşürecek bir “suç” işlemek gerekir. Bu suç öyle gönüllü işlenmelidir ki, kişi tüm hakikatten uzunca bir süre, belki de ölene dek kopmayı kabullenebilmelidir. Ya birinin canını yakmalı ya da buna neden olmalıdır. Nitekim gerçek ışıktan mahrum kalmak bir şekilde talep edilmelidir.

Mahrumiyet ve men edilme gibi kısıtlamalar, kimsenin kendi rızasıyla teslim olacağı durumlar değildir ve normal olan hiç kimse bu teslimiyeti kabul etmez aslında.

Buradaki hakikat ve yanılgı meselesi üzerinden düşünüldüğünde, insanın bu suçu kendine karşı işlemesi, yine fıtratından doğan bir yenilgidir. Belki kaygan zeminden ya da dikkatsizliktendir.

İlk bakışta kimsenin gönüllü olarak bu sonuca varabileceğine inanamasak da giderek yaygınlaşan peşin hüküm, önyargı, yaftalama ve türlü vesveseler bizi, tedarik ve sarf ettiğimiz reddedici sözlerin enerjisiyle çalışabilen yapay ışıklara mahkûm eder. Böylece mahrumiyet ve mahkûmiyet, bilerek ve gönüllü olarak kabul edilmiş olur.

Herkesin kapılarını kapayıp karanlıkta kaldığı, kendi imali sözde ışıkla aydınlandığı bir zamanda İbrahim Aleyhisselâm, kapatıldığı hücrenin kapısını kıran ve tebliğ için tüm kapıları zorlayan peygamberdi. O, bir hücrede doğmamıştı ama herkesin kendini hiç var olmayan hücrede sandığı, görülmeyene tapılmayan bir diyardaydı. Allah'ın verdiği idrak kudretiyle ışıkları seyretmiş ve sonunda Hakk'ın nurunu seçmişti. Ona ibadet ederek hakikati yaşamak yüzünden yalnız da değildi. Çünkü onun ışığında ne hücreler vardı ne de yalnızlık...

İnsanın hakikatle arasındaki mesafe kendisinden ibaret. Mesafenin miktarı ise kendisini nasıl kadar görebildiğine denk.

Kendi büyük ise, mesafe de büyük. Kendi küçük ise, mesafe de küçük. Kendi yok ise, mesafe de yok.

Dünyadaki her sahayı, imal edilmemiş gün ışığı ancak doğru aydınlatabilir; renklere ve biçimlere gerçek ton ve gerçek sınır oluşturabilir. Gerçek aydınlanma, hakikatle mesafenin olmadığı yerdedir.

İmal edilmemiş ışık; gün ışığı. İmal edilmemiş düşünce; ilham.

Dünya ise biteviye spotlara sürülmüş laf kalabalığı.