26 Ocak 2016

Hatırlatma

Ne efsunkâr imişsin ey didar-ı hürriyet (Namık Kemal)

Hamiyet-i Milliyye sahibi olmak esası itibarıyla müspet ve tabii bir haldir. Lakin hamiyet-i milliyye itibari olarak kendisini en haklı görme sebebiyle kişi ya da zümreyi belirli bir körleşmeye de itebilir. Bu durumda samimi ve beklentisizce girilen mücadelelerde davamıza bazı sızmalar olabilir. Bu körlük durumu, hali ve müstakbeli kavrayışımızı etkileyerek onulmaz yanlışlara düşmeye yol açar. Bazı mihraklar, tarafların arasına yerleşerek tahribe en uygun sonuca ulaşmak için yönlendirme, manipülasyon ve propaganda da bulunabilirler. Hülasa, döven ve dövülen aynı odağın yönlendirilmiş gafil parçaları olabilirler.

Prof. Dr. Osman Turan, Türkiye'de Siyasi Buhranın Kaynakları kitabında güncele dokunan bazı eskimeyen tespitlerde bulunarak, tarihi referanslar ile kavramların esasına dair yorumlarda bulunmuştu. “İttihatçılar, Tanzimat ile Türkler arasında başlayan, yabancı propaganda ve tahribatın gelişen tesirleri içinde yetişmiş ve Mithat Paşa ile girişilen Meşrutiyet ve hürriyet cereyanına bağlı kalmışlardı. İtalyanlar arasında Karbonari ve Yunanlılar arasında Ethniki Cemiyetleri nasıl Masonik esaslara göre gizli kurulmuş teşekküller idi ise, Türkiye'de de genç Osmanlı, Jön Türk ve İttihad-Terakki Cemiyetleri de aynı mahiyette idi. Şu farkla ki bizimkilerin kurucuları ve azaları arasında yabancılar başlıca rol oynuyordu. (s. 19-20)” Türkiye'de bu bakımdan özgürlük düşüncesinin tarihi ve başlangıçlarında sorunlu bazı durumların söz konusu olduğu aşikârdır. Bu bakımdan bazı iç ve dış tazyiklerin hamiyet-i milliye odağında yaşanan kaosunda özgürlük borazanını kimin kimin eline vereceği pek de belli olmaz.

Bu bakımdan herkes sağına soluna önüne ve arkasına dikkatle bakmalıdır. Bu ikazdan hiçbir kimse azade ve masun değildir. Turan hoca devamla “Bu cemiyetler, Türkiye'de hürriyet ve meşrutiyet fikirlerini yaymağa çalıştıkları zaman Türkler arasında bu mefhumların henüz siyasi bir manası yoktu ve tabiatıyla ihtiyaca cevap vermiyordu. (s.20)” tespitiyle kavramların zuhur ve muhtevasının suniliğine işaret eder.  Bu bakımdan terör kavramına dair olgu ve olayları ifade noktasında düşünce özgürlüğü odağından yaklaşmak suyu litre ile değil metre ile ölçmeye çalışmaya benzer. Necip “Türk” entelijansiyası bu bakımdan bir oto-kontrol sürecine kendi kendisini sokmalıdır; zira dışsal her baskı içeride sadece ya münafıklaşma ya da hainleşme derinliğinden öte bir işe yaramaz.  Ayrıca bu meselelerle ilgilenenlerin sayısı da etkinliklerine kaynak odaklar kadardır. Turan hocanın tabiriyle “Siyasi hürriyet cereyanı ile birlikte meydana çıkan Meşrutiyet hareketi de gayrı-müslim ve Türk bir avuç aydına inhisar ediyordu. (s.20)” Hülasa, aydın müsemma kitlede yer alan mekanik unsurlar haricindeki evlad-ı vatanın travmatik süreçler üzerinden meseleleri okumak yerine esasa daire bakmaları millet ve memleket menfaatine olacaktır.

Jön Türklerin 1897'de Türk-Yunan harbi esnasında, Paris'te çıkan Meşveret gazetesinde Yunanlıların zaferine hizmet eden bazı yazı ve makaleler yazıyorlar; Büyük devletlere Osmanlı İmparatorluğu aleyhine müdahaleye, halkı ve orduyu da ayaklanmaya davet ediyorlardı tespitlerini yapan Osman Turan'ın yazdıklarından bu yana ülkemizde değişen çok şey yok gibi. İşin hazin tarafı mevcut konjonktürde siyasi mücadele eden tarafların kendi saflarındaki “sızlamaların” etkisine kapılıp giden görüntüleridir. Tevfik Fikret ruhunun yaşadığı ve yaşatıldığı bir zeminde akl-ı selimin barınamayacağı aşikârdır.  

Madalyonun öteki yüzü var bir de. Bunlar olurken diğer yandan pek çok Meşrutiyetçi ve İttihatçının padişaha takdim ettikleri jurnallerde meşhurdur. Bunlar arasında daha sonra padişahın hal'inde de yer alacak olan E. Karaso gibi şahısların jurnalleri en dikkat çekenlerdendir. Böyle zamanlarda at izi it izine karıştığından devletlülerin de sağında solunda gelip gidene dair hamiyet-i milliye garazının körleştirici efsununa kapılmadan soğukkanlı bir zaviyede kalmaları elzem ve hayatidir. Tarihi tecrübenin bize öğrettiği budur; gerisi feraset ve basiret işidir. Zira koca devlet bu hay huy arasında yıkılıp gitmiştir; devletin otoritesi merhametten beslenmezse, muhaliflerin aklı fitneden ilham alır. Teröre her türlü göz yumuş vebali tarih ve millet huzurunda verilemeyecek büyük bir sukuttur.

 “Türkiye Cumhuriyeti; vatandaşlarını Sur'da, Silvan'da, Nusaybin'de, Cizre'de, Silopi'de ve daha pek çok yerde haftalarca süren sokağa çıkma yasakları altında fiilen açlığa ve susuzluğa mahkûm etmekte, yerleşim yerlerine ancak bir savaşta kullanılacak ağır silahlarla saldırarak, yaşam hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı başta olmak üzere anayasa ve taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ile koruma altına alınmış olan hemen tüm hak ve özgürlükleri ihlal etmektedir. Bu kasıtlı ve planlı kıyım Türkiye'nin kendi hukukunun ve Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası antlaşmaların, uluslararası teamül hukukunun ve uluslararası hukukun emredici kurallarının da ağır bir ihlali niteliğindedir.” Doğrudan devleti hedef alan bu sözler, Türkiye Cumhuriyetini otoriter bazı rejimlerle ile aynı konumda göstermek isteyen zayıf muhakemelerin işidir. Bu şahısların içinde bölgede yaşayan kimse var mıdır? Hangi hakları ihlal edilmiştir? Dış destekli katliamcı rejim ve uzantıları belli ki devlete ve millete farklı bir zaviyeden uluslararası boyunduruk geçirtmek hayal ve emelindedirler.

“Sokağa çıkma yasaklarının kaldırılmasını, gerçekleşen insan hakları ihlallerinin sorumlularının tespit edilerek cezalandırılmasını, yasağın uygulandığı yerde yaşayan vatandaşların uğradığı maddi ve manevi zararların tespit edilerek tazmin edilmesini, bu amaçla ulusal ve uluslararası bağımsız gözlemcilerin yıkım bölgelerinde giriş, gözlem ve raporlama yapmasına izin verilmesini talep ediyoruz.” Bu talebin yüzyıl önceki Ermeni meselesinin gölgesindeki rövanşist bir zihinden kaynaklanmadığını görmek için gerçekten de “aydın” olmak gerekir. Azıcık internet taramasıyla bile yüzyıl öncesinin dejavusu mahiyetindeki bu sözler ilginçtir. Bu barış sevici arkadaşların yarın bir gün kahraman olarak özgürlük ve barış ödülleri alması da memuldür. Hatta en devletlü yerlerde itibar görmeleri de! Lakin millet karşısındaki mesuliyetimiz bunlara karşı yazmak vicdanen şart ve bu topraklara tarihi borcumuz gereği kaçınılmazdır.            

Sessiz kalmayıp suça ortak olmayacağını açıklayan aydınlar kadar, sorumluluk taşıyan Türk düşünürü nerededir? Akademisyene cevap akademisyenden gelmeliyse alın size cevap, bu da benim ifade özgürlüğüm:

Bildiricilerden kendilerini bu safsata ve yıkım mantığına derhal son verip milli kıyılara dönmeye çağırıyorum. Vatan bakkaldan alınan bir saksı dolusu toprak, millet ise bir salona doldurulup kandırılacak insan sürüleri, demagoji ile güdülecek serseri bir yığın değildir. Bu ülke dediğiniz ülkemize çağırdığınız raportör ve gözlemcilerin cedleriniz tarafından da bu ülkeye çağırıldığını unutmadık ve unutturmayacağız. Ceza ve tazminat söyleminiz de kulaklarımıza yabancı değildir. Boğazlıyan Kaymakamının hatırası hala aramızdadır. Uluslararası hukukun suç saydığı tüm eylemleri ve kavramları seçerek oluşturduğunuz metinin hukuksal safsatası milli vicdanda çoktan çöpe atıldı. Yok, saydığınız tüm şehitlerin ve ailelerinin iki eli iki cihanda iki yakanızdadır. Uyguladığınız bu entelektüel şiddete son veriniz, zihinlere tahakküm adına ardına sığındığınız demagog söylemden sıyrılarak neyseniz o olarak aşikar olunuz. Tarih size psikolojik bir yük, vatan sizin için malzeme ve millet ise anlayamadığınız bir kütle olsa da zaman her şeyi kaydeder. Bugün size yürüyün koçlarım diyenlere yarın kaderin kırmızı ışığı yanacaktır elbet. Ne demişler, Allah'ın değirmeni yavaş işler ama unu ince olur. Siz devletlülerle savcılık önlerinde eğlenip cesaret şovları yapacağınıza, asıl hiçliğinde her şey olanlardan sakının. Anlayana…

Herkes sağına soluna ve durduğu yere bir baksın vesselam…